0

Avrupalı film eleştirmenleri tarafından ‘Yeni Heneke’ diye adlandırılan komşu yönetmen Yorgos Lanthimos’un son filmi The Lobster vizyonda. Kinetta, Alpeis ve özellikle Canin / Dogtooth filmleriyle hatırladığımız yönetmen bu sefer karşımıza bir distopyayla çıkıyor. Çok uzak olmayan alternatif bir gelecekte geçen filmde yalnız, ilişkisi olmayan ya da eşlerini kaybetmiş insanlar otobüslere doldurularak birçok kurallarıyla toplama kamplarını andıran şehir dışında bir otele yerleştirilirler. 45 gün süreyle bulundukları otelde, kendileri gibi “bekar” kişilerle bir ilişkiye başlamak zorundadırlar; eğer bir ilişki kuramazlar ya da kurdukları ilişkide başarısız olurlarsa kendilerinin seçtikleri bir hayvana dönüştürülürler!

Film, ilgi çekici ve özgün konusuyla ve iyi bir oyuncu kadrosuyla izleyiciyi heyecanlandırmayı başarıyor. Üzgün kaşlı oyuncumuz Colin Farrell, Mavi En Sıcak Renktir, Büyük Budapeşte Oteli ve son olarak Spectre’den hatırlayabileceğimiz ideal gelin adayımız Léa Seydoux, John C. Reilly ve Ben Whishaw hemen dikkati çeken oyuncular. Öncelikle filmin çok iyi bir fikir üzerine inşa edildiğini söylemek gerek. Film yalnız kalmanın yasak olduğu distopik bir evrende geçiyor. Lanthimos bu evrenle, insanların toplum içerisinde nasıl yalnız olduklarını, yalnız yaşamanın tercih meselesi değil de doğru kişiyi doğru zamanda bulmakla ilgili olduğunu kara mizahı kullanarak vurguluyor. Dünyamızda hayvanların nasıl muamele gördüğünü düşünürsek başarısız olanların istedikleri hayvana dönüştürülmeleri ise güzel bir empati oluşturuyor.

Yaratılan bu evrende tek başına bir yaşam düşünülemez. Sokakta tek başına dolaşmak bile dikkat çekici bir durum, polis sizi durdurup eşinizin nerede olduğunu sorabilir. Masturbasyon yapmak yasak, yaparken yakalanırsanız kullandığınız el ekmek kızartma makinesinde kızartılır. İnsan olarak yaşamak istiyorsanız biriyle beraber olmak ve onu seviyor gibi yapmak zorundasınız. İşte film tam da burada izleyicisine şunu söylüyor, “Bir şey hissetmediğin halde bir şey hissediyor gibi yapmak, bir şey hissettiğin halde bir şey hissetmiyor gibi yapmaktan daha zor.”

Film bu cümledeki virgüle sahipmiş gibi ortadan ikiye ayrılıyor. Filmin ilk yarısı, “Bir şey hissetmediğin halde bir şey hissediyor gibi yapmayı” yani otelde geçen 45 günlük süreci anlatıyor ve Lanthimos bu kısımda toplumsal ilişkileri, kadın erkek ilişkileri, adab-ı muaşeret kuralları, toplumun dayattığı evlenme, çocuk yapma gibi normlarla dalgasını geçiyor. Filmin bu kısmında yönetmen kara mizah silahını etkili bir biçimde kullanıyor.

Gördüğümüz özgün karakterler, otel hayatı ve ilişki kuralları, hikayenin güçlü kurgusu ve sorunsuz akışıyla ilk bölüm su gibi geçiyor fakat hikaye ne zaman otelden ayrılıyor, film orada sendelemeye ve odağını yitirmeye başlıyor. İlk bölümdeki distopik dünyadan kaçan David (Colin Farell) bu sefer orman insanlarıyla yani kanun kaçaklarıyla yaşamaya başlıyor ve filmin ikinci yarısı yani “bir şey hissettiğin halde bir şey hissetmiyor gibi yapmak” başlıyor. Bir distopyadan kaçan karakterimiz yine bir distopyanın içinde buluyor kendini ve adeta yağmurdan kaçarken doluya tutuluyor. Örneğin, otelde masturbasyon yasak, seks serbestken ormanda ise masturbasyon serbest seks hatta flört amacıyla sohbet etmek, aşık olmak, hep beraber dans etmek dahi yasak. Böylece yönetmen distopyanın karşısına tam tersi bir ütopya değil de birçok açıdan daha beter bir distopyayı koyuyor ve çatışmayı yaratmış oluyor.

Filmin akışının geri kalanını yazmayalım fakat ilk bölümdeki iyi giden hikayenin ikinci bölümde dağıldığını söylemek gerek. Yönetmen yarattığı distopya-distopya çatışmasından yeterince yararlanamıyor, kara mizah seviyesi azalarak bitiyor ve karakterimiz David hala odakta olsa da hikayenin odağı maalesef başka yerlere doğru kayıyor. İlk bölümdeki bol karakter-bol hikaye kısmı ikinci bölümde David, İsimsiz Kadın ve Asilerin Lideri olarak üç karaktere ve üç hikayeye indirgeniyor ve filmin ikinci kısmı boş kalıyor.

Bu filmle Yorgos Lanthimos eski filmlerindeki rahatsız ediciyi, sarsıcıyı ve tuhafı gösterme özelliğini kaybediyor. Yönetmenin bu filmden sonra “Yeni Haneke” olarak anılması bu yüzden zor bir ihtimale dönüşüyor. Nasıl Lanthimos, “Yeni Haneke” olma şansını kaybediyorsa The Lobster da “şahaser” olma şansını filmin ikinci yarısıyla kaybediyor. Olmasaydı ikinci yarımız böyle… Filmin beğendiğim kısımları afişleri, hikayeyi oluşturan fikir, neredeyse her Avrupa sanat filminde olduğu gibi özenli sinematografisi, özenli seçilen müzikler, Colin Farrell performansı ve Léa Seydoux güzelliğiÖzellikle Farrell’ın fiziki değişiminin dışında performansı da alışılagelmişin dışında gayet iyi fakat filmin bazı sahnelerinde ‘ben burada ne yapıyorum’ diyen bakışlarını yakalayabiliyoruz. Kısacası The Lobster klasik distopyalardan değil hatta çoğundan da iyi bir konuya sahip fakat ikinci yarısıyla maalesef ” konusu iyi ama işlenişi iyi değil ya” filmi oluyor.

Son olarak sizce hangisi daha zor, bir şey hissetmediğin halde bir şey hissediyor gibi yapmak mı yoksa bir şey hissettiğin halde bir şey hissetmiyor gibi yapmak mı?

Sevgiler.

Türk İşi Gore: Baskın

Previous article

Absürd ve Kurgu: Edgar Wright

Next article

You may also like

Comments

Leave a reply