Guillermo del Toro dünyasına hoş geldiniz! Öncelikle The Shape of Water’ın Türkiye’deki serüveninden bahsedelim. Film, 2017 güzünde Filmekimi kapsamında Türkiye’de seyircilerle buluştu. Akademi tarafından film, 13 dalda aday gösterildi! Bunca geçen aydan sonra, nihayet vizyona giriyor ve seyirciler ile tekrar buluşmaya hazırlanıyor.
Filme dışarıdan bakacak bir göz olduğumuzda, dikkatimi ilk çeken şey filmin renkleri ve mekanları oldu. Guillermo del Toro, bambaşka bir dünya yaratmak istemiş. Masalsı bir dünya fakat tamamen de kopuk bir dünya değil. Yani bu dünyayı kurmayı başarmış da diyebiliriz. Seyirci o dünyaya girdiğinden emin. Filmin ilk yarım saatinde, tuhaf bir döngüyü izliyoruz. Bu döngüyü seyrederken,perdenin arkasında insanların ne kadar yalnız olduğunu görüyoruz aslında. Bunu anlamak da çok zor değil, Guillermo del Toro, yaşanılan ve hissedilen bu yalnızlığı gözümüze sokuyor adeta.
Filmde kullanılan renkleri gördüğümüzde Amelie’yi aklımıza getirdiğimizi söyleyebiliriz. Fakat ben Amelie’nin de ötesinde, bu renkleri gördüğümde aklıma en çok Barton Fink filmi geldi. Tamamen o dünyaya, o renklere hapsolmuştum, tıpkı The Shape of Water gibi. Başroldeki kadın karakterimiz Elisa, konuşamıyor. İnsanlarla iletişim kurmakta güçlük çekiyor bu yüzden. Hayatındaki insanlar komşusu Giles ve iş arkadaşı Zelda ile sınırlı. Monoton bir hayatı var. Yönetmen bunu göstermek için de günleri döngüye alıyor ve bizler de görüyoruz ki Elisa gerçekten yalnız ve bunun yanında tamamen sıradan, tekdüze giden bir hayatı var.
Aslında bu açıdan bakacak olursak yalnız da sayılmaz. Çünkü iletişim kurabildiği insanlar da aslında ötelenmiş insanlar. İletişim kurmakta zorlanan insanlar. Hepsi bir nedenden dolayı “ötekileştirilmek zorunda kalmış” da diyebiliriz. Konuşamamak, sesini duyuramamaktan daha önemli şeyler varmış mesela. Konuşabilseler de, dertlerini anlatabilseler de bir şekilde yalnızlar. Bunu görüyor ve hissediyoruz da. Komşu Giles, gay bir ihtiyar. Zelda ise en başta kocası tarafından yalnız bırakılmaya mahkum edilmiş bir kadın. Sesini çıkaramıyor. Elisa ve Zelda, Baltimore’da bir laboratuvarda temizlik görevlisi iki kadın. Etliye sütlüye karıştıkları da söylenemez. Bir gün laboratuvarda olayların seyri değişiyor. Türkçe bir tabir ile söyleyecek olursak, “ne idiği belirsiz” bir varlık getiriliyor. Bu “varlık” ile orada çalışan Elisa arasında bir etkileşim görüyoruz. Fakat bir sorun var, orada çalışan üstlerden biri olan Richard, bu varlığa sürekli işkence ediyor.
Bu arada Richard karakteri de Elisa karakterinin tamamen karşıtı. Tam bir “Amerikan”. Öyle ki, sistem ne derse onu yapıyor. Arabasını zamanın modasına göre alıyor, tamamen “sevimli” bir ailesi var. Karısı “mükemmel” bir biçimde resmedilmiş. Tabii ki bu “mükemmel” kime ve neye göre mükemmel? Karı ve kocaya baktığımız zaman görüyoruz ki, toplum onlardan ne isterse onlar da onu yapıyor. Bunu yaparken sorgulamıyorlar bile. Richard karakterine cani diyebilir miyiz bilmiyorum fakat filmde tam bir antogonist karakter. Üzerine düşen her şeyi de yapıyor. Son yüzyılda dünyamız çok değişti. Gerçekten büyük ve hızlı bir değişime uğradı. Hala da değişmeye devam etmekte. Bunun fitili çoktan ateşlenmişti de. Biz de filmde görüyoruz ki, Amerika ve Rusya arasındaki soğuk savaş hat safhada. Filme Amerika tarafından baktığımız için, Rus ajanlarını da görüyoruz. Bu ajanlardan biri de Robert; nam-ı diğer Dimitri.
Amerikanlar korkulu, çünkü bu varlığın bir Rus tehdidi olduğunu düşünüyorlar. O dönem onları Rusya ile ilgili her şey korkutuyor zaten. Kurdukları cümlelerden bile anlayabiliyorsunuz bunları. Böylece görüyoruz ki, bir savaştan etkilenebilmek için “fiili” bir savaş olması gerekmiyor. Bu iki ülke arasındaki soğuk savaş, dönemini çok etkileyen ve insanlar arasında büyük bir psikolojik buhrana savaş açan bir zaman dilimi. İnsanlar daha da içlerine kapanıyor, büyük balık küçük balığı daha da ezmeye başlıyor. Tam da böyle bir dönem. Richard karakteri de, ne idiği belirsiz bu varlığa elinden geldiğince işkence yapmaya çalışıyor. Fakat nafile. Başaramıyor. Hatta bunun için kendinden de bir şeyler kaybediyor.
Bizler de film akıp giderken fark ediyoruz ki, Elisa ve bu varlık arasında “sessiz” bir iletişim başlıyor. Hatta Elisa filmin ilerleyen saatlerinde şu cümleyi kuruyor o varlık için, “Beni olduğum gibi kabul ediyor”. Evet, Guillarme Del Toro burada da bizleri sorgulamaya ve düşünmeye itiyor. Acaba birilerini severken, onları olduğu gibi mi kabul ederiz yoksa kafamızdan uydurduğumuz “belli” bir karakter ile mi? Filmi izlerken gerçekten de bunu düşündüm birkaç saniye. Bir yönetmen bunu düşündürtebiliyorsa bir noktada, gerçekten bir şeyleri başarabilmiş demektir.
Peki birbirimizi kabul etmemiz için, birbirimizi sevmemiz için gerçekten mükemmel mi olmamız gerekir? Hayır. Bu filmde bu cevabı da bulabiliyoruz. Zaten neden mükemmel olalım ki? Birbirimizi olduğumuz gibi kabul etmekle başlıyor her şey fakat öncelikle bunu kabul etmeliyiz. Elisa karakteri, bu varlığın başına bir şey gelmesinden korktuğu için de Dr. Robert ve komşusu Giles işbirliğinde onu kaçırmaya çalışıyor. Başta buna karşı olan Zelda da onlara yardım ediyor. Bu arada Giles de kendi başaramadığı için, başkalarının başarmasına da olanak sağlıyor. Elisa ile varlığın arasındaki bu iletişim hiç azalmıyor. Elisa’nın, Yağmur yağdığı vakit, varlığı doğal ortamına yani her şeyin başı olan “suya” teslim etme fikri var aklında. Thales der ki, her şeyin başı su’dur.
Film de “su” ile başlıyor zaten. Bu arada, Guillermo del Toro kabul ediyor mu etmiyor mu hala muallakta kalıyoruz fakat geçmişteki birçok yapımdan da referanslar görüyoruz filmde. Varlık, hiç de ürkütücü olmamasına rağmen insanlar tarafından başkalaştırılıyor. Ona “Tanrı” dedikleri bile oluyor, bu hükme varmalarına rağmen, onunla iletişim kurmaya çalışmıyorlar. Zaten iletişim kuran karakterimiz Elisa ile de aralarında nasıl bir bağ var seyrediyoruz.
Bu arada, şunu da sormak gerekir. Yeteri kadar dürüst müyüz? Mesela Zelda karakteri, zenci olmasına karşın -o dönemler zencilere karşı birçok zorbalık yapılıyordu- yani insanlara karşı biraz daha hassas ve anlayışlı olması gerekirken -tamam bunu yapıyor- filmin başında, kısa insanlara karşı aşağılayıcı şeyler söylüyor. Yani şunu demek istiyorum, dilimiz yokken kulağı olmayan bir insanı bulup aşağılayacak mıyız? Başkalarında eksik gördüğümüz ne varsa yani? Bu da, farklı bir bakış açısı oldu filmde.
Her şey olur biterken, protagonistimiz ve antagonistimiz karşı karşıya geliyor; su yine devreye giriyor. Ardından da fedakarlıktan sonra gelen sükunet giriyor devreye. Sonsuza kadar mutlu yaşadılar mı bilinmez, zaten filmde de söylemiyorlar. Fakat gerçekten sevginin gücünü görebiliyoruz. En azından yönetmen bunu bizlere göstermek istiyor. Akademinin bu seneki en iddialı adaylarından olan The Shape Of Water, kimilerince ödül kaygısı çerçevesince çekilen bir film. Kimilerince de senenin kalburüstü filmlerinden. Kimileri içinse bir hayal kırıklığı. Bu film beni düşündürdü, bana soru sordurttu. Film, bittiği yerde bitmedi.
Önemli olan bu noktada, filmin sorduğu soruydu. Cevabı değil. Guillermo del Toro, bu filmi ile Oscar heykelciğine kavuşur mu bilinmez, çalıntı iddiaları son bulur mu bu da bilinmez. Yönetmen, geçmişteki birçok soruna parmak basarak hepsini tek bir filme yedirmeye çalışmış. Bu noktada, ödül kaygısı olabilir. Fakat genele baktığımızda bu sorunlar sırıtmıyor. Ve son olarak…
Comments