0

Paolo Sorrentino’nun bu yıl gösterime giren, Youth (Gençlik) filmi hakkında yazılan analizlere, yorumlara ve hatta bazı sitelerde “filmin konusu” olarak sunulan cümlelere biraz göz gezdirip, ardından filmi izlediğimde neredeyse dehşete düştüm. Gerçeğinden hayli uzak bir tablo çizip, beklentilerimi oldukça farklı yönde hazırlamama sebep oldular. Filmi “masalsı bir dünya” olarak lanse edenlere, senaryonun sığ kaldığını belirtip engin bilgileriyle eksiyi basan sinemaseverlere sitem dolusu sevgiler.

Filmin künyesi gerçekten kenara atılacak cinsten değil, değeri paha biçilemez bir ekip kurulmuş. Özellikle Fred Ballinger rolüyle karşımıza çıkan Michael Caine ve Mick Boyle karakterine hayat veren Harvey Keitel bu eşsiz kadronun başını çekmekte. İkiliye eşlik eden genç Paul Dano, güzelliğiyle ön plana çıkan Rachel Weisz ile Mădălina Diana Ghenea, ek olarak Jane Fonda, sürpriz olarak da Diego Maradona’yı canlandıran Roly Serrano da cabası.

Müziğe, felsefeye, resme, popüler kültüre, sinema eleştirisine, dinsel düşüncelere, en önemlisi psikolojiye dair sağlam göndermelerle ince elenip sık dokunan senaryosuyla takdirimi kazanmış bu filmin üzerinde durulması gereken en önemli kavram bana göre “gençlik” değil, “yenilenmedir.” Ayrıca La Grande Bellezza’ya göre minimal ve çok daha anlaşılır diyebileceğimiz öyküsüne rağmen, yine Sorrentino’nun hiçbir dokunuşunun tesadüf denilerek geçilemediği ve görünenden çok daha ciddi bir film olduğu apaçık.

Yaşları yetmişlere dayanmış iki sıkı dost Fred ve Mick, dinlenmek, daha rahat şartlarda çalışabilmek için Alpler’de lüks bir otele gelirler. Fred, emekli klasik müzik bestecisi, Fred de çekeceği yeni filmi için genç senarist ekibini de beraberinde getirmiş bir yönetmendir. Aynı zamanda da otelde, içinde yer alacağı bir film için rolüne hazırlanan genç aktör Jimmy Tree (Paul Dano ), genç bir masöz (birazdan filmin kopma anı olacak), babasız ve annesiyle arasındaki ilişkisi pek iyi gitmeyen on yaşlarında bir kız, odalardan birinde kemanıyla Fred’in bestelerinden birini çalacak olan genç bir çocuk, film boyunca meditasyonuyla izleyeceğimiz bir Budist ve muazzam sol ayağıyla futbola adını altın harflerle kazımış, sırtında koca bir Marks dövmesiyle şaşırtmış Diego Maradona var.

Yakın zamanda Prens Philip’in doğum günü gelip çatacaktır ve II. Elizabeth, prens için düzenleyeceği konserde Fred’in gençlik dönemlerinde bestelediği popüler parçası “Basit Şarkılar”ı, yeniden orkestra şefi olarak sahnede sunmasını istemektedir ve bu sebeple otele, Fred’e teklifi iletmesi için bir elçi gönderir. Fred, ısrarla bu teklifi geri çevirse de, elçi de aynı ısrarlılıkla onun kapısını çalmaya devam eder. Bir müddet sonra öfkelenmeye başlayan Fred, bu besteyi yalnızca hastanede tedavi görmekte olan eski eşinin seslendirdiğini ve ondan başka kimseye bu hakkı tanımayacağını belirtir.

Jimmy, Fred’i, elçiyi reddettiği anlardan birinde görür, evvelden musikilerini dinleyip kendisine hayran kaldığı için hemen tanır, yakınlaşıp onunla konuşmak ister. Bir akşam, popüler müzikler eşliğindeki gösteride ilk sohbetlerini gerçekleştirirler ve bu sohbet ikisi için de iyi geçmiştir.

Oteldeki ihtiyarların hantal vücutları sauna ve masaj sahnelerinde gözler önüne serilir. Bir sahnede, yanılmıyorsam Rönesans dönemine ait olan bir tablo, Sorrentino’nun yönetiminde ekrana kompoze edilmiştir. (Karanlıklar içinde sola doğru eğilen esmer bir kadın yüzü.)

Mick, genç senarist ekibiyle senaryosunu ilerletmeye çalışır. İşleriyle ilgilenmenin dışında Fred’le birlikte yemyeşil bir doğanın içinde gerçekleştirdikleri yürüyüşlerde, ellerinde olmadan gençliklerinden bahseder, anılarını yâd ederler. Fakat Fred bir noktaya takılmıştır. Küçükken ilgi duyduğu kız, Mick’le birlikte olmayı seçmiştir ve Fred aniden Mick’e oracıkta o kızla yatıp yatmadıklarını sorar. Mick’in de deyimiyle bu durumdan daha felaket olan bir durum vardır, Mick ne yazık ki yaşından ötürü, yatıp yatmadıklarını hatırlayamamaktadır. (En azından kendisi böyle söyler.) Fred’in bu soruyu sormasındaki sebebi çözebilmek için donanımlı bir psikoloji bilgisine sahip olmanıza gerek yok, iki alıntıyla bunu resmedebilirim: Freud;

“İfade edilmemiş duygular asla ölmez; sadece diri diri gömülür ve sonradan daha korkunç şekillerde tezahür ederler.”

Nietzsche; “Yorgun düştüğümüzde, çok uzun zaman önce fethettiğimiz düşünceler bize karşı saldırıya geçer.”

Fred, otelin masaj servisinden yararlanır ve yorgun bedenini, genç bir masözün ellerine teslim eder. Masöz, onun ihtiyar bedenine adeta şevkle dokunmakta ve izleyicinin kafasında “cinsel istek” kanısı oluşturmaktadır. Masajlarına devam ederken Fred’le içtenlikle sohbet eder ve karşılıklı onaylanmış fikir alış verişlerinde bulunurlar. Masöz, yalnız kaldığı zamanlarda wii karşısında dans oyunu oynamaktadır. Filmdeki “eski” ve “yeni” kavramları çokça iç içe görülmekte. Masözün bir wii karşısında dans etmesi asla gelişigüzel bir devinim değil, aksine ince düşünülmüş detaylardan biridir. Popüler kültürle harmanlanmış karakteri “yeniyi” ve “yenilenmeyi getirecek olanı” temsil etmektedir.

Fred’in yetişkin kızı Lena, otele, babasını ziyarete gelir. Mick’in oğlu Julian ile nişanlıdır. Julian, Lena’dan ayrıldığını açıklar ve Lena otelde üzüntüden harap olur. Fred ve Mick, Julian’i, konuşmak için otele çağırırlar. Julian, kendisinden yaşça büyük yeni sevgilisiyle (Paloma Faith) gelir. Fred ve Mick, kadını görünce şaşkınlıklarını gizleyemeyip o kadında “ne bulduğunu” sorarlar. Julian, yatakta Lena’dan daha iyi olduğunu söyleyip gider. Lena, bu cevabı Fred’e zorla söyletir ve duydukları karşısında daha büyük bir yıkıma girer. Gece gördüğü kâbusta, eski nişanlısı Julian ve sevgilisini lüks bir araba içinde, seksi hareketler eşliğinde büyük bir hızla gittiklerini görür. Yolun etrafını bir süre sonra alev alır ve arabanın varacağı yerde Lena, ateşler içinde bir Haç’ın önünde onları beklemektedir. Bu rüya sahnesi ile birlikte, Sorrentino’nun, Elias Canetti’nin “Körleşme”sini okuyup okumadığını oldukça merak etmiştim, çünkü oradaki baş karakter Kien de hayli değer verdiği kitaplarını alevler ortasında görüyordu ve en sonunda kendisini bir anda o ateşin içinde bulacaktı. Lena da aşkla bağlandığı Julian’ı ateşler ortasında beklemekteydi. (Bu arada o lüks araba ve Haç işaretinin, popüler kültüre karşı gönderimde bulunduğu apaçık.) “Aşk”la bağlanıp da, “arzusuzluk” sebebiyle terk edilen Lena, sürekli ‘yatakta kendisinin gayet iyi olduğunu’ sayıklayacak ve bunu gördüğü kâbustan sonra babasına da söyleyecektir. Bu olay karşısında Sigmund Freud’un “aşk ve arzu” hakkındaki söylemleri aklıma gelmişti. “Mutlu Olma İhtimalimiz”in 25. sayfasında şöyle diyordu Freud: “Erkek sevdiği zaman arzu yoktur; arzuladığı zaman ise, aşk yoktur.” Lena’nın terk edilme sebebini ele alacağımız zaman, Freud’la bağdaşlaştırma fikri bana göre yanlış değil.

Otelin içinde ortalıkta gezinen on yaşlarında bir kız çocuğu var. Görünürde annesiyle arasındaki ilişki pek iyi gitmeyen bu kız, bir sahnede genç aktör Jimmy’yle sohbet eder ve ona babasızlıktan bahseder. Jimmy de Fred’le çıktığı yürüyüşte en sevdiği kitap cümlesini okur ona. Bakınız ki bu söz de babasızlıkla ilgilidir. En başından itibaren Jimmy’nin, mesleği ona daha yakın olmasına rağmen neden Mick’le değil de Fred’le çok daha yakın bir ilişki kurduğu bu sahnede çözülüyor. Çünkü Fred’i ya babasına benzettiği ya da babası yerine koyduğu için. Sorrentino, bilinçli olarak Jimmy ve Mick arasında daha yakın bir samimiyet kurdurmamış, çünkü o zaman seyirci “ilgilendikleri mecralar aynı olduğu için yakınlaştılar.” diye düşünecek ve dönüp dolaşıp anlatılmakta olan “babasızlık” olgusu havada kalacaktı.

Fred, önceki sahnelerde dostlarıyla yürüyüş yaptığı yerde yalnız başına otururken, elinde tuttuğu küçük kızıl paketle başlattığı ve bir anda çevredeki ineklerin, kuşların, ağaç hışırtılarının, rüzgârın ona eşlik ettiği bir müzikal ortaya çıkar. Doğanın mevcut karmakarışıklığından belirli olmasa da katmansal bir uyuma dönüşen müzikal, Fred’in içindeki orkestra şefliği aşkınının halen yanıp tutuşmakta olduğunu görmemize yardımcı olur. (Birazdan Stravinsky’nin mezarını ziyaret edecek olmasını atlamayalım. ) Birdenbire sahnede başka bir dil peydahlanmıştır ve o sırada Lacan’ın şu sözleri de bazı seyircilerin aklına neden düşmesindir?

“Kelimelere ancak istenilen bir şey yok olduğunda ihtiyaç duyulur ve eğer etrafımızdaki dünya gereken her şey ile donatılmış olsaydı kelimelere gerek duyulmayacaktı. Kayıp olmayan yerde dil var olamaz.”

Mick, genç senarist ekibiyle filmin senaryosunu tamamladığında başrol oyuncusu Brenda (Jane Fonda) ile otelde görüşür. Fakat Brenda, bu filmde yer almak istemediğini, Mick’in hiçbir zaman iyi bir sinemacı olmadığını ve kendisine teklif edilen televizyon dizisi projesini kabul ettiğini söyler. Yaşlanmış Brenda, popüler kültürü seçmiştir. Mick de ona acımasızca yorumlar yapar ve odasına çekilir. Sorrentino kasıtlı olarak önceki sahnelerde Fred ve Jimmy’ye Brenda’yı tanımlayan Mick’e; “onun oldukça az kitap okuduğunu, – tamı tamına iki adet!- yeteneğinin sadece kopyalamaktan ibaret olduğunu” söyletti. Brenda’nın şimdi gelip ona iyi bir sinemacı olmadığını söylemesi, tamamen Sorrentino‘nun sinemadaki yetenekleri kontrol eden, yönlendiren endüstriyel sisteme ve yapıtların değerinde ölçüt olarak kabul edilen lümpen yorumculara olan eleştirisidir. Sanatla ilgilenen herkes Mick’e gayet başarılı bir yönetmen olduğunu söylese de, kafası boş bir kadının, bu ithamı karşısında psikolojik olarak çökmekte olan Mick, Fred’le birlikte bir odadayken, artık geleceğe odaklanmak istediğini ve çok iyi bir film daha ortaya çıkaracağını söyleyip, sakin bir şekilde balkondan atlayarak intihar eder.

“Geɾçeklik, yanılsama olduğu unutulan yanılsamadıɾ. / Jacques Derrida”

Jimmy, en sonunda hazırlandığı rolün içine girerek, yemek salonuna giriş yapar. Herkesin gözü ondadır. Çünkü siz de hak verirsiniz ki; Hitler bıyığı her zaman ilgi çekicidir. Jimmy, hiçbir şey söyleyemeden ve kimselerin yüzüne bakamadan masasında yalnız başına yemeğini yemeye çalışsa da bakışlar halen onun üzerinde olduğu için, dikkatlerden kaçmaması gereken bir harekette bulunur. Sert bir şekilde masaya vurarak etrafındakileri korkutur. Espritüel bir Adolf Hitler göndermesidir bu.

Fred, Mick’in ölümünden sonra iyice içine kapanır. Uzun zamandır bir sağlık sorunundan şüphelenen Fred’e doktor tarafından teşhis konur;

“Sapasağlamsın.”

Kopma anı gelir çatar. Doktor bundan sonra onun hayatında yepyeni bir sayfa açılacağını söyler, bu sayfanın adını da “Gençlik” koyar. O sırada Fred pencereden dışarıya doğru bakarken genç masözü görür ve sahne kapanır. Peki neden böyle bir sahnede Sorrentino, masözü göstermiştir? Çünkü, doktorun da bahsetmiş olduğu “gençlik”, aslında “yenilenme”dir. Yeni’nin elleri, film boyunca eskiye dokunmuştur ve Fred’in “yenilenmeyi” gördükten sonraki aşamadan itibaren sadece onun değil, aynı zamanda diğerlerinin de hayatlarında değişimler/yenilenmeler olacaktır. Jimmy, Adolf Hitler’i oynamaktan vazgeçer. Meditasyon yapmakta olan Budist havalanır. Lena yeni bir aşka yelken açar ve Fred, II. Elizabeth’in elçisinin teklifini kabul edip, eski eşiyle ilgili katı kurallarını çiğneyerek konsere çıkar ve bestesini başka bir sopranoya söyletir. Gençliğinde kendisini efsane kılmış “Basit Şarkılar” bestesi “yeniden” hayat bulmuş olur. Ondan önce de Stravinsky’nin mezarına uğramıştır tabii. Ancak, orkestra bu besteyi çaldıktan hemen sonra yaşlı Fred arkasını döndüğü anda “eski” dostu Mick’in yüzüyle karşılaşır ve filmin cümlesi artık çok daha baskın bir şekilde ortaya dökülür; -bir Fransız atasözüdür aynı zamanda.

“Gençler ümitleriyle, ihtiyarlar anılarıyla yaşarlar.”

Eksi bulduğum tek yön, karakterler hakkında enformasyon sağlayacak olan bazı diyalogların acemice kurulmasıydı. Bunun dışında gerek görüntüleriyle, gerek derinlikli senaryosuyla, gerek yaşlılığın getirdiği buhranlı, çaresiz, özlem ve burukluk dolu atmosfer yaratımıyla, popüler kültür ürünleri ve eskimiş nesnelerin sentezlenmesi yani bir bakıma “coincidencia oppositorum” kavramıyla, her seferinde sırtında bulunan devasa büyüklükteki Marks’ın yüzünü bizlere gösteren Maradona tiplemesiyle, oyuncuların pürüzsüz denebilecek performanslarıyla, ama en önemlisi Michael Caine’iyle, Harvey Keitel’ıyla her zaman anımsayacağım bir film olmuş. Dişli bir seyirci olarak, Fellini’nin yeğeni olmayan Paolo Sorrentino’yu tebrik ederim.

Ölümsüzlük Üzerine: The Veil

Previous article

Carol – Film Analizi

Next article

You may also like

Comments

Leave a reply