Delia Owens’ın aynı isimli kitabından uyarlanan Kya’nın Şarkı Söylediği Yer içinizde birçok duyguyu harekete geçirecek bir film olmuş. Hiçbir beklentim olmadan gittiğim bu film kesinlikle beni çok şaşırttı ve verdiği his öyle samimi ve sıcak ki, ete kemiğe bürünüp bir insan olsa koşup sarılmak isterdim.
9 Eylül Cuma günü itibari ile vizyona girecek olan bu filmin yönetmen koltuğunda Olivia Newman yer alırken, senaristliğini Lucy Alibar üstleniyor ve başrolünde çok sevdiğim Daisy Edgar-Jones yer alıyor. Filmin yapım ekibinde birçok güçlü kadının olması gerçekten ilham verici. Taylor Swift’in bu film için yaptığı Carolina şarkısını da hemen aşağıya bırakıyorum. Kendisi yıllar önce okurken içinde kaybolduğu bu kitabın filmine, böyle bir şarkı hazırlayarak destek olmak istemiş ve bestelerken filmin geçtiği döneme ait enstrümanları kullanmış. Açıkçası film bittiğinde bu şarkı çalarken gözyaşlarımı tutamıyordum.
Kya’nın Şarkı Söylediği Yer kitabı filme dönüşmeden önce, 2019 ve 2020 yıllarının en çok satan kitabı olmuştu. Reese Witherspoon “Reese’s Book Club” adını verdiği kitap kulübünde romanı okuduktan sonra çok etkilenip, sinemaya uyarlanması için çalışmalara başlamış. Yine kendisi aynı kitap kulübüyle Big Little Lies ve Little Fires Everywhere gibi yapımları keşfedip, onların oyuncu ve yapımcı kadrosunda da yer almıştı.
Film, Kuzey Carolina’da küçük bir kasaba olan Barkley Cove’da bataklığın yakınında bir cesetin bulunmasıyla başlıyor. Sonrasında bunun bir cinayet olduğu düşünülerek “Bataklık Kızı” olarak adlandırılan, kasabadan uzakta yaşayan Kya şüpheli bulunuyor. Mahkemeye taşınan bu olayla beraber yargılanan Kya’nın hikayesini izlemeye başlıyoruz. Başlangıçta Kya’nın çocukluğunda annesi ve kardeşleriyle huzurlu şekilde yaşayışını izlerken, sahneye babanın girmesiyle şiddet ve korkunun ne kadar yoğun şekilde ailede hüküm sürdüğünü görüyoruz. Bir gün Kya’nın annesi, babasının yaptıklarına daha fazla dayanamayarak evi terk ettiğinde, yavaş yavaş tüm kardeşleri de evden ayrılıyor. Kya babasıyla tek başına kaldığında, terk edilmenin acısını yaşarken, aynı zamanda babası evle ilgilenmediğinden zar zor karnını doyurabiliyor.
Bir çocuğun bu kadar yoğun ve zor şeylerle baş edişini izlemek insanı duygusal olarak cidden tokatlıyor. Bir süre sonra babasının da gitmesiyle bataklığın ortasındaki bu evde tek başına kalan Kya’nın hayatta kalmaya çalışmasını izliyoruz. Kendini geçindirmek için topladığı midyeleri satmaya başlıyor ve kimsenin ona ebeveynlik yapmadığı bu yerde doğayı kendine örnek alıp, onu izleyerek büyüyor. Tek başına geçirdiği uzun senelerden sonra genç bir kadın olan Kya eskiden tanıdığı biri olan Tate ile tekrardan karşılaşıyor. Zamanla arkadaş olduklarında Tate, Kya’ya okuma yazmayı öğretiyor, kitaplar veriyor ve geri kaldığı bu yaşamda ellerinden tutuyor. Uzun zaman yalnızlığından sonra Tate ile olmak Kya’ya çok iyi geliyor ve bir süre sonra iyi arkadaşlıkları sevgililiğe dönüşüyor. Masalsı bir aşka tanıklık etsek de bu pek uzun sürmüyor ve Tate’in üniversiteye başlamasıyla Kya’nın hayatı değişiyor.
Filmde küçük bir kızın kendi kendine büyüyerek, güçlü bir kadın oluşunu izliyoruz. Yaşadığı zorluklara rağmen hayatta kalma içgüdüsü onu bu yaşına kadar getiriyor. Hayatta kalıyor kalmasına ama hep bir yanı yarım ve onu koruyan biri olmadığı için de korkak. Onunla olan tek şey doğa, doğayla olan ilişkisi öyle güzel ki, filmde beni en çok etkileyen ve ilham veren şey kesinlikle buydu. Kimsesiz bir kıza kucak açan doğa… Filmin sinematografisi, çekimlerin yapıldığı mekanlar kumsal, bataklık vs. doğası gereği hepsi inanılmaz güzel görünüyordu. Kitabın yazarı Delia Owens’ın tek başına Afrika’da vahşi yaşam biyoloğu olarak geçirdiği zamanların bu kitaba ilham olduğunu söylüyor. Yazar, hikayedeki bu yerin ve Kya’nın hikayesi ilgili de şöyle diyor:
Kıyı bataklığını seçtim çünkü buraya biraz aşinaydım ve diğer güney bataklıklarını da oldukça iyi biliyordum. Küçük bir kızken, annemle birlikte Okefenokee Bataklığı ve diğer vahşi yerlerde kano kampına giderdim. Kesinlikle kendi deneyimlerim Kya’yı yarattı. Yalnız olmanın nasıl bir şey olduğunu biliyorum. Etrafta başka kız arkadaş olmadığı için babunlar ve kahverengi sırtlanlarla arkadaşlık kurmanın nasıl bir şey olduğunu, izolasyonun insana kendini ne kadar özgüvensiz ve yetersiz hissettirebileceğini biliyorum. Oraya ait hissetmediğin için insanlardan kaçmanın nasıl bir şey olduğunu da biliyorum.
Oyunculuklardan bahsedecek olursak favorim Kya’nın küçüklüğünü canlandıran Jojo Regina’ydı. İlk uzun metraj oyunculuk tecrübesini yaşamasına rağmen oyunculuğu mükemmeldi. Daisy Edgar-Jones da Kya’nın yetişkin haline hayat veriyordu. O da Kya’nın hislerini ve yaşayışını çok güzel ortaya koymuştu. Zaten role hazırlanırken için Carolina aksanında konuşmayı, çizim yapmayı ve bataklıkta tekne sürmeyi öğrenmiş.
Filmin türü ne kadar gizem, gerilim, dram olarak geçse de bence dram yönü çok ağır basıyordu. Cinayet ile başlayan filmin asıl anlatmak istediği şey bu cinayeti çözmek değil de Kya’nın nasıl biri olduğunu bize anlatmaktı. Filmin sonuyla birlikte bütün taşlar yerine oturuyor ve Kya’nın söylediği şu sözler kafamda yankılanıyordu:
Doğanın aslında karanlık bir yanı yok, sadece onunla mücadele için yaratıcı yollar gerekiyor. Doğa hayatta kalmakla ilgili, orada doğru veya yanlış yok.
Yorumlar