Sev ya da Nefret Et
Hereditary ve Midsommar ile tanıdığımız Ari Aster’in son filmi Beau is Afraid, vizyona giriyor. Büyük bir hayran kitlesine ulaşan ve filmlerinin ”sev ya da nefret et” tadında olduğu Ari Aster, bizi yeniden birbirimize düşürmek için geri dönüyor.
İlk uzun metrajlı filmi için çalışırken Beau is Afraid’i yazmaya başlayan Ari Aster; kendi gibi bir apartmanda yaşayan, kaygı dolu, neredeyse her şeyden korkan bir adamın annesini ziyaret etmeye hazırlandığını, ancak gidemediğini hayal etmiş. Ana karakterine Beau adını veren, Freudcu annenin karanlık ve mizahi önermesini, her zaman çocuklarının saplantıları ve kaygılarından suçlanan ve sorumlu tutulan bir şekilde alarak, onu büyük ve yaşamı kaplayan bir suçlulukla doldurmuş.
Aster, filmin orijinal versiyonunun saf bir parodi olduğunu söylüyor. İki korku senaryosunun yürürlüğe girmesiyle birlikte bir kenara koyulan filmin tam bir taslağı üzerinde çalışarak da filmin son halini ortaya koyuyor. “Bunun ilk filmim olmasını istedim, ancak ilk taslak daha çok taklit ve çizgi film gibi oldu ve daha az duygusal idi. Ancak büyüdükçe, her zaman bu cehennemvari, Freudyen ve pikaresk* tarzda işlev gördü.” diyor.
Ana Kaynaklar ve Katmanlar
Baştan sona 4 farklı bölümden ve katmandan oluşan Beau is Afraid, hikaye anlatıcılığına yeni bir soluk getirirken Ari Aster’in 3 saatlik uzun kurgu tercihi filmi yanlış ve bunaltıcı bir hale sürüklüyor. Farklı katmanları ve sekanslarıyla A Clocwork Orange, After Hours, Eyes Wide Shut ve The Wizard of OZ gibi bir çok klasiği direkt olarak andırıyor.
Önceki filmlerine göre daha ciddi ve karmaşık olan Beau is Afraid, Aster’in kendi karakterinin ve sorunlarının bir yansıması olarak ele aldığımızda yönetmenin en kişisel filmi olarak karşımıza çıkıyor ve Beau’yu, Homerosvari bir yolculuğa çıkarırken Kafkaesk bir anlatıma sürüklüyor.
Aster’in önceki filmlerinde, Midsommar’daki Dani (Florence Pugh) ve Hereditary’deki Annie Graham (Toni Colette), anne kaynaklı gizlenmiş aile travmalarından kaçıyor ve bu travmalar onları annesiz bırakıyor. Beau is Afraid’te ise yine bir anne yüzünden karakterimizin şimdiki ve geçmişteki izlenimlerine, onda bıraktığı travmalara, kişiliğinde oluşturduğu problemlere ve kaygılarının hepsine şahit oluyoruz. Aster, 3 filminde de aile ve anne temelli sorunların kaynağına inmeye devam ediyor ve bunu yapmaktan hiçbir şekilde çekinmiyor. Aykırı, tuhaf ve tabiri caizse iğrenç davranıyor.
Derinliği Keşfetmek
Filmi sadece ana karakterinin gözünden izleyeceğimizi keskin bir dille belirtmek isteyen Ari Aster, başlangıcı Beau’nun doğumuyla yapıyor. Anne karnından çıktığı ilk andan itibaren insan hayatının ve evriminin derinliklerine inerek genetik miras ve kaçışın çılgınca bir göstergesi olan Beau Wassermann’ın hayatını mikroskop altına yerleştirerek onu raydan çıkarıyor. Yer yer başarılı oluyor, yer yer ise uzun bir of çektiriyor.
Ari Aster şöyle diyor;
Oidipal temalarla dolu olan Beau is Afraid, doğum sancılarının çığlıklarıyla başlar, hemen filmin merkezindeki anne-oğul ilişkisini duyurur, ki bu, Beau’nun annesi Mona’nın rahminden çıkmadan bile zorlu bir ilişkidir. İsimsiz bir şehirde eski bir apartmanda yaşayan gergin bir yetişkin olarak tanıtılan Beau, baskıcı annesinin ve yokluğundaki babasının yükünü ve filmin en çarpıcı esprilerinden biri olan genetik kaderi taşır.
Annesinin, Beau’ya karşı duyduğu korku ve beklentileri vahşi olmakla birlikte bir kabustaymışız gibi film boyunca elektrik yangınları, küçük suçlar, aşırı dostane yabancılar, seyahat eden bir topluluk tiyatro grubu ve daha kötü durumlarla dolu kara mizah dolu en kötü senaryolarla karşı karşıya kalıyoruz.
Referanslarla Katmanlara Bölmek
Ari Aster, Beau is Afraid ile gerçekten sıradışı olan bir anlatım deneyerek daha ilk dakikalarında bizi bir kabusun içine atıp Martin Scorsese’nin 1985 yılında çektiği After Hours filmini birebir andıran en az 45 dakikalık bir şölen yaşatıyor. Hemen sonrasında A Clocwork Orange’ta Alex’in işlediği suç sonrası filmin sonlarına doğru bunu adamın evinde uyanarak tuzağa düşmesine sebep olan bir devamlılık sağlıyor.
Ardından sürekli seyahat eden bir tiyatro topluluk grubuna denk geliyor ve burda Eyes Wide Shut’ın ayin sekansını andıracak maskeli bir oyunun içinde buluyor kendini. Beau’yu gerçek içinde hayallere sürükleyen bu sahne insan yaşamının başlangıcından sonuna ve insanlık tarihindeki önemli noktalara değiniyor. Bu sahnelerdeki The Wizard of OZ benzerliği de filmin daha da şaşılmaz bir kabusa sürükleneceği ipucunu direkt olarak veriyor. Ki saydığım bu bütün filmler birbirine net olarak sinema tarihindeki onlarca yorumda birbirine bağlanmıştır. Özellikle The Wizard of OZ’un, After Hours üzerindeki etkisi de başka bir gerçektir. Aster bütün bunların sonunda ise kendi Truman Show’unun sonuna varır. Üstelik filmde gökkuşağı göndermeleri de bulunuyor.
Sözün Özü
Beau is Afraid hakkında daha yazacağımız, konuşacağımız belki onlarca daha detay var ama hikayenin benim size anlatacağım kısmı burada son bulacak. Sektörün daha önde gelen isimleri onlarca yorum yapacak ve film hakkında tartışmaya bir sonraki Aster filmine kadar devam edeceğiz.
Beau is Afraid, Ari Aster’in şimdiye kadar yazdığı ve yönettiği filmler arasında izlemesi ve yakınlaşması zor en mesafeli, en kişisel filmi. Ve onun bize izin verdiği şekilde filmi ya sevecek ya da nefret edeceğiz. Bu sebeple filmi sinemada izlemek yerine evde izlemeyi tercih ederseniz odaklanmanız çok zor olacak ve bunu tam potansiyelinde deneyim edemeyeceksiniz. Tercih, filmi izledikten sonra da artık size kalmış.
Daha iyi filmlerde sinemada görüşmek üzere.
Pikaresk kurgu: Pikaresk roman, 16. yüzyılda şövalye romanlarına ve kır yaşamını konu alan romanlara tepki olarak ortaya çıkan; toplumun aşağı tabakalarındaki düzenbaz, dalavereci ancak becerikli ve kurnaz bir kahramanın maceralarını işleyen roman türü.
Bu gönderiyi Instagram’da gör
Umut Tiryaki’nin bütün yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Büyük Güç, Büyük Sorumluluk | Spider-Man: Across the Spider-verse
Yorumlar