0

Andrew Dominik’in yönetmenliğini yaptığı Blonde, kesinlikle tüm tartışmaları hakedecek bir film. İçerisinde anlatılanların çoğunun yaşanmamış olması ve bu yaşanmayanların olabilecek en sert şekilde resmedilmesi tartışmaya değer. Joyce Carol Oates’in romanından uyarlanan film yayınlandığı ilk günden beri özellikle Monroe hayranları, gazeteciler ve tarihçiler tarafından yerden yere vuruluyor. Monroe’nun üzerinden bir sömürü filmi yapıldığı ve gerçekten uzaklaşıp sahte gerçeklerle bir drama oluşturulduğu iddia ediliyor. Hepsinin haklı olduğunu söyleyebilirim. Fakat ben filmi sırf bu sebeple çok beğendim. Nedenlerini açıklamak istiyorum.

Filmin konusuna kısaca değinmek gerekirse… Monroe’nun çocukluğundan başlayarak ölümüne kadarki süreçte yaşadıklarını gördüğümüz filmde onun filmlerinden ve şanından çok psikolojisine odaklanıyoruz. Ünlü olmanın ona yüklediği stres, erkeklerin ona karşı tacizci yaklaşımları, hissettiği baba eksikliği ve bir türlü çocuk sahibi olamaması da 4 ana konu olarak anlatılıyor.

Hollywood denince aklımızda oluşan imaj, büyük pencereden bakınca eğlencenin başkenti, sokakların yıldızlar, perdelerin muhteşem filmlerle dolu olduğu, şatafatlı gece partilerinin hiç bitmediği bir sosyete kazanı. Evet, 50’ler Hollywood’un dünyayı domine ettiği yıllar. Avrupa savaşlar ile uğraşırken Hollywood makine gibi film ve filmlerle beraber yıldız üretiyordu.

Gel gelelim hayatta her şey gibi Hollywood da göründüğü kadar güzel değildi. Işıklar ve büyük Hollywood tabelası gözünüzü aldatıyor olabilir lakin parlaklığın ardında, kameranın arkasında, birçoğumuzun hala yüzleşmediği gerçekler var. Bunlardan ilki de tabii ki kadının sektördeki yeri. Sadece sektör de değil, 50’lerde kadının toplumdaki yeri şimdikinden çok farklıydı. Kadın figürü evde oturmalı ve kocasını beklemeliydi. Şansınız yaver gider ve büyük bir yıldız olabilirseniz bile yine bir erkeğin egemenliği altında yaşamak zorundaydınız. Ve bu egemenliğin erkeklere aşıladığı özgüven, özellikle film sektöründe çirkin şeylerin yaşanmasına sebep oluyordu.

50’lerde yaşıyorsanız ve ünlü olma hayalleriniz varsa, geçmek zorunda kaldığınız süreç her zaman güzel olmuyordu. Birçok kadın, rol bulabilmek adına yapımcıların yataklarına uğruyor, sette ya da setin dışında bu filmleri yapan erkeklerin sözlü ve fiziksel tacizlerine maruz kalıyorlardı. Mad Men dizisi aslında o dönemleri en iyi anlatan yapımdır. Erkeklerin pantalon fermuarı açık şekilde istediği kadına istediğini yapma hakkını kendinde gördüğü dönemlerdi. Kadın evinde otururken erkek sokakta istediği kadınla sevişebilmeyi kendine hak görüyordu. Hele ki 50’ler, Hollywood’da yapımcıların çılgın attığı bir dönemdi. Onlar ve büyük firmalar ne derse o oluyordu. Bu sebeple eğer oyuncu olmak istiyorsanız, yapımcıları ikna etmeniz gerekiyordu. Bazı yapımcıları ikna etmek için de tek yol, sevişmekti. Ve bunu sakın kadına indirgemeyin. O dönemde yapımcıların tacizine uğrayan birçok erkek de var. Netflix’in Hollywood dizisi için yazdığım dönem analizini okursanız Hollywood’un gerçeklerini daha iyi anlarsınız.

Daha Güzel Dünya Olabilirdik: Hollywood

Marilyn Monroe, hayatı boyunca “aptal sarışın” karakterine indirgenmiş biriydi. O da bunun farkındaydı. Sıyrılmaya çalışsa da dış görünüşü ve adı, kişiliğinin hep önündeydi. Sektörün kurtlarla dolu olduğu bir  dönemde Monroe’nun da bu tarz tacizlerden uzak kalması mümkün olamazdı. Joyce Carol Oates, kitabındakilerin kurmaca olduğunu ama Monroe’nun anlattıklarından daha kötülerini yaşadığını iddia ediyor. İddiaları kanıtlayacak kaynaklarımız olmasa da yakın arkadaşlarından ve çevresinden aldığımız yorumlardan anlıyoruz ki hayatı hiç kolay olmamış. Ve bu şaşırtıcı değil.

Andrew Dominik, filmi tamamen erkekler için tasarlamış. Fakat onların zevk alacağı şekilde değil utanmalarını sağlayacak yönde. Monroe gibi dönemin en güçlü kadın figürünü alıp onun bile bu sektördeki kurtlara yem olduğunu anlatmak istemiş. En azından benim yorumlamam bu. Monroe üzerinden dönemin erkek figürünün özetini çıkaran yönetmen, izleyen erkeklere utanmaları için 3 saatlik bir film sunuyor. Evet, filmdeki çoğu sahnenin çarpıtılmış olduğunu bilsek de dönemin gerçeklerini göz önüne aldığımızda gerçekten çok daha gerçek göründüklerini söyleyebilirim.

Aslında Monroe burada sadece bir isim. Yaşananlar ise bir dönem özeti. Mad Men ikinci sezon dokuzuncu bölüm, Monroe’nun ölümünü konu ediniyor. Onun ölmesi ile dizide yer alan tüm kadınların duygularını izliyoruz. Neredeyse tüm kadınlar, hayal kırıklığı ve üzüntü içindeyken erkekler için onun ölümü hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü o kadınların da Monroe’dan farkı yok. Onun neler yaşadığını biliyorlar. Sadece Monroe, onlardan daha şanslıydı. Hepsinden daha fazlasına katlanıp geldiği nokta onu herkesin gözünde kahraman yapıyordu. Ve onun ölümü, bir mücadelenin bitişini simgeliyordu belki de.

Filmin bir biyografi filmi olmadığı aşikar. Ne kadar da rezil dönemlerden buraya kadar geldiğimizi görmek adına bir sataşma bu. Monroe’nun Gentlemen Prefers Blonde galasında erkeklerin ona bakarak bağırışı, ağızlarına atılan Instagram filtresi belki de tüm filmin özeti gibiydi. Bu iğrenç varlıklara sevgi göstermek zorunda kalması da bence filmin en zorlayıcı kısmıydı. Sektörün, kadınları içine soktuğu bu bunaltıcı girdabın ise ironik bir şekilde 2018’e kadar sürmüş olması asıl utanmamız gereken şey sanırım. Harwey Weinstein iddiaları ortaya çıkana kadar sektördeki erkek tacizinin hala hayatta olması en düşündürücü olanı.

Sözün özü… Blonde, aslında Monroe’yu anlatmaya dahi yeltenmeyen, Monroe üzerinden yüzleşmemiz gereken bir dönemin gerçeklerini suratımıza vuran saldırgan bir film. Evet, insanların sinirlenmesini haklı buluyorum. Bahsedilen tüm o abartılı sahnelerin de seyirciyi kızdırmaya yeteceğinin farkındayım. Fakat filmin başarısı da tam olarak buradan geliyor. Anlatmak istediği şey tam olarak sinirlenilen şey. Yıldızların ışığının ulaşmadığı karanlık yerlerde yaşanan utanılası gerçeklerin Monroe üzerinden anlatımı. Erkek egemen dönemin kadınlara yaşattığı tüm tacizleri, tecavüzleri, saldırıları bize yaşatmak istemiş yönetmen. Şahsen filmi izlerken utandığımı ve filmin en azından bende başarıya ulaştığını söyleyebilirim.

8

Valerii Ege Deshevykh
Ukrainian Creative Director | Motion Picture Writer | Horror Freak

House of the Dragon – Sixth Episode Review

Previous article

House of the Dragon – Yedinci Bölüm İncelemesi

Next article

Yorumlar

Yorumlar kapatıldı.

You may also like