Toplum tarafından dışlanan iki karakterin bir süre sonra kendi vaha’ları içinde hayata tutunmaya çalıştıkları “Oasis” (2002), bir annenin tüm sorunlara karşı göğüs germe çabasını izlediğimiz “Milyang” (2007) ve torununun karıştığı suç nedeniyle tüm neşesi ve dünyası kararan, bir yandan bu probleme çözüm bulmaya çalışırken, diğer yandan şiir yazmaya olan tutkusu ile hayata tutunmaya çalışan alzheimer hastası mija’nın yaşadıklarını izlediğimiz “Poetry” (2010). Sinemaya uzun aralar vererek geri dönüşler yapan yönetmen Chang-Dong Lee, her filminde izleyenlerin hafızasında unutulmaz izler bırakmayı başarır. Genelde üzen, bazen küçük tebessümler ettiren; toplum tarafından dışlanmışları, her şeye rağmen ayakta durmaya çalışanları, ince ince işleyerek seyircisinin önüne koyar. Tam sekiz senedir yeni bir filmini izlemediğimiz Chang-Dong Lee, geri dönüşünü her zaman olduğu gibi yine çok iyi bir şekilde yapıyor.
Bir izlemenin yeterli olmayacağı, türler arası yolculuğu ve her sinemaseverin ağzını sulandıran detaylı senaryosu ile tekrar tekrar izlenildiğinde yeni keşiflerin yapılabileceği, bunun sonucunda etkisinin daha da artacağına inandığım filmlerden biri Burning. Size sunduğum kısa eleştiri yazısının haricinde ileride filmi detaylı bir analizi ile kaleme almak ve tüm gizlerini masaya yatırmak, bu başarılı yapıt için hevesle üzerine düşeceğim görevlerden biri.
“Sonra güneş batmaya başladı. Ve o uçsuz bucaksız ufukta sadece gün batımı vardı. Ben de o gün batımı gibi yok olmak istedim. Ölmek çok korkutucu, ben de hiç var olmamış gibi yok olmak istedim.”
“William Faulkner’in kitaplarını okuduğumda kendi hikayemi okuyormuş gibi hissediyorum.”
Yorumlar