0

I’m Not There ve Far from Heaven gibi filmlerin yönetmenliğini yapan Todd Haynes’ın yeni filmi Carol son dönemde adından oldukça söz ettirdi. Gerek oyunculardan gerekse seçtiği cesur bir konu olduğundan beklenen filmler arasındaydı. Patricia Highsmith’in The Price of Salt adlı kitabından beyazperdeye Phyllis Nagy uyarladı. Kitabı okuyan birçok kişinin ortak kanaati senaryodaki anlatımın kitaptaki halinden daha iyi işlendiği yönünde…

Therese (Rooney Mara) 20’li yaşlarda, oyuncakçı dükkanında tezgahtarlık yapan biridir. Yaptığı işten pek memnun olduğu da söylenemez; o fotoğrafın kadınıdır ve çekmek istediği hayatın her detayı da onun kadrajıdır. Bir sevgilisi de vardır fakat monoton bir hayata sahip olduğunun o da bilincindedir. Hatta sevgilisinin ilişkilerini ileriye taşıma isteğine karşı olan tavrı hep isteksizdir. Bir gün dükkana kürklü bir sarışın kadın gelir. Kadın uzaktan dahi onun dikkatini çekmeye yetmiştir. Carol (Cate Blanchett), Noel hediyesi olarak kızına bir şeyler almaya gelmiştir ve Therese’den yardım ister. Therese ile Carol arasındaki etkileşim o andan itibaren izleyicide uyandırılmaya başlamıştır. Nitekim hediye konusunda yardım ederken bile –ilk sohbetlerinde- Therese farkında olmadan kendisi Carol’a açar. Bu anlamda doğru kodların doğru sahnelere yerleştirildiğini düşünüyorum. Bizlere verilmesi gereken detaylar yerinde işlenmişti.

Carol ise giyimiyle, sigara içişiyle ve tavırlarıyla her erkeğin sahip olmak isteyebileceği bir kadın profili ile karşımıza çıkar. Ayağını attığı her yerde dikkat çekebilecek varlıklı bir kadındır. Kocasıyla boşanma eşiğindedir ve bir kızı da vardır. Olaylar ilerledikçe Carol’ın kocasıyla olan zorluklarına tanık olarak onun asıl kişiliğiyle tanışıyorsunuz. Asıl dikkat etmemiz gereken, filmin odak kodlarından biri olan özelliğiniyse kocasıyla olan ilk diyaloglarıyla ortaya sermeyi tercih ediyor senarist. Bunun yavaş bir şekilde izleyiciye yedirilmesi, bir anda ortaya çıkmasındansa daha etkili oluyor. Eşcinsel olduğunu bir süre sonra kavradığımızda ise Carol’ın ‘’çatışma’’ olarak adlandırabileceğimiz iki ana unsuru doğmaya başlıyor. Carol, kocası tarafından ahlaksız olarak nitelendiriliyor ve kızının vesayetinin tam olarak kocasına geçme ihtimali gibi ağır bir durumla karşı karşıya kalıyor.

Yönetmenin filmlere karşı olan tutumunda izleyiciye hep ‘’bu bir filmdir, gerçek değildir’’ diyerek işlediği filmler tufanına Carol’ın da dahil olduğu kesin. Demek istediğim filmin samimi olmaması gibi bir düşünce asla değil. Aki Kaurismäki’nin filmlerinde bunu baskın bir şekilde ortaya koyduğu, bir nevi katarsisti önleme isteğiyle yanıp tutuştuğu anları düşünürseniz ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Carol katarsist konusunda izleyiciye kartlarını açık bir biçimde oynuyor fakat karakterler arasındaki soğukluk olarak adlandırabileceğim davranışlar Carol’da da oldukça hakimdi.  Bu yüzden de filmi dram kategorisine sokmak ne denli sağlıklı olur, tartışılır. Ki bence bu konu ile tam olarak dram filmi olmasından pek yana değildim.

Carol ile Therese arasındaki ilişkinin basit temeller üzerine oturtulmamış olması ve bu ikilinin birbirini gerçekten tanıma isteğiyle hareket etmesi klasik bir aşk filmi olmasının önüne geçen etkenlerden biriydi. Mesela Carol, Therese’e fotoğraf makinesi hediye eder. Therese de onun evine gittiğinde piyanoda çaldığı şarkının plağını alıp Carol’a verir. Bir kadın olarak da kadın naifliğinden dem vurmaya birazcık hakkımız olmalı diyerek –diğer ilişkilerde böyle değil demiyorum- fakat eşcinsellerin konu alındığı filmlerde kabul etmek gerekir ki -özellikle kadınların başrolde olduğu- hetero ilişkilere nazaran biraz daha saf ve düşünceli ilişkiler esas alınır.

Dramatik anlatımın klasik yapıya mensup olmasından dolayı toplumun kabul görerek Carol’ın buna göre yaşamasını istediği çatışmanın ilk unsuru olan kızını görmek istiyorsan Therese’den ve eşcinsellikten uzak durmalısın dayatmasına Carol bir süre boyun eğiyor. Ki anlatıya göre öyle de olması gerekiyor. Bize kalan soru ise ‘’hayatının aşkı, gerçek hayatının ve toplumun kurallarının önüne geçebilir mi?’’ oluyor. Ortada söz konusu olan kızı fakat kız burada toplum işlevini görüyor. Zaten eşcinsellik günümüzde hala birçok insan tarafından normal görülen bir durum değil maalesef. Kaldı ki 1950’lerde geçen Carol’da bu durum fazlasıyla absürd durabilir. Bu yüzden yönetmen, izleyiciye sorununu bu yolla göstermeye çalışmıştır.

Çekim konusunda Carol’ın pek yenilikler ile ilgilendiği söylenemez. Oldukça normal ve temiz bir çekimi tercih eden yönetmen, daha çok kadraj doluluğuyla ön plana çıkıyor. Bunda sanat yönetmeninin de payı oldukça büyük. Filmde hikayeden ziyade mekanlar, dekor ve bu yüzden olacak ki kadrajlar sizi doyurabilir. Oyunculuğundan oldukça memnun kalacağınız Carol’da hikayeden kimi zaman kopabiliyorsunuz fakat bu çok uzun sürmüyor. Film bir yerden sallanırken sonralarında tekrar limanına düzgün bir şekilde ulaşıyor.

Youth – Film Analizi

Previous article

Sene 1942: İtalyan Yeni Gerçekçiliği

Next article

You may also like

Comments

Leave a reply