0

Yılın en iyi filmlerinden biri olduğuna inandığım, Ida ile son yılların en iyi sinematografisine imza atan Pawel Pawlikowski’nin son yapımı Cold War bir aşk hikayesini politik bir tarih üzerinden işleyerek Polonya’nın sarsıntılı bir dönemine ışık tutuyor. Filmin Oscar’da Polonya’yı temsil etmesinin yanı sıra -Krzysztof Kieslowski, Roman Polanski’den beridir- 1990’dan bu yana Lehçe diliyle Cannes Film Festivali’nde gösterilen ilk Polonya yapımı film olma özelliğini taşıyor. Burada Polonya sinemasının tıpkı bazı ülkeler gibi büyük bir haksızlığa uğradığını düşünmeden edemiyorum. Ne zaman bir festivalde veya internet ortamında onlara ait bir film yakalasam kendilerine has bir dillerinin olduğunu ve tıpkı yeni bir dalga gibi bir yükselişe geçtiklerini görebiliyorum.

Pawlikowski’nin kendi hikayesinden uyarladığı Cold War’un esinlenildiği nokta yanı başında yer alıyor. Sürekli ayrılıp barışan annesiyle babasının ülke ülke taşınmalarını baz alarak yazdığı hikaye bir ilişkinin tüm evlerini net bir biçimde gözler önüne seriyor. Kendi kültürüne yabancı kalma, sıla hasreti, kopuk bir ilişki, baskıcı bir rejim gibi başlıklar işleniyor. Kişileri tanık etme yöntemi kesik kesik işlenerek arada başkalarının hikayelerini görmektense sadece iki karaktere, dönemin sarsıcı buhranına odaklanarak yapılıyor. İlişkilerde üçüncü şahıs olarak adlandırılan bir diğer kişi, burada sadece kısa bir sürelik aracının ötesine geçemiyor. Bu sayede de klasik aşk hikayelerinde fazlaca yer alan melodramın dozu seviyesinde tutularak filmin realistik bakış açısını dengeliyor. Normalde “sonsuza dek mutlu oldular” klişesiyle bitirilen ya da devam ettirilen hikayelerin aslında gerçekte öyle olmadığının mesajı veriliyor. İşin ilginç yanı ise birlikte mutsuz olacaklar çıkarımı da yapılmıyor. Bu açıdan baktığımda filme en çok yakışabilecek finalin yapıldığını düşünüyorum. Tümüyle gerçekçi bir perspektif sunuluyor demek de yanlış olabilir ama kendi türüne kıyasla özellikle bu yönüyle ayrılarak ortaya sahici, akılda kalıcı, kısım kısım içimizde ukde bırakan bir film çıkıyor. Finaline kadar her kesitin ardından bir ukde hissiyle diğer bölüme karşı bir ümit besliyorsunuz. Filmin parçalanarak bölünmesi izleyicinin kopması gibi bir tehdit unsuru olarak karşımıza çıkabilecekken aksine hikayenin bütününe kurgusal açıdan yardımcı oluyor. Çok sık karşılaşmadığımız bu kurgu şeklinin filmin yegane yönlerinden biri olduğunu düşünüyorum.

Stalinci dönemin başladığı, Sovyet rejiminin benimsendiği tarihleri ele alan Cold War, baskılarla ve zorluklarla dolu bir kesiti sunuyor. Keza bu durumdan kaçmak isteyen iki karakterin sürekli ülke değiştirdiğini görüyoruz. Buradan yola çıkarak sıla hasretinin içten içe işlendiği de söylenebilir. Yollar ve yıllar hep iki değişken olarak temel alınıyor. Kaçak göçek yaşayan, liderlerin bayrakları altında ülkelerini, kişileri öven şarkıları söyleyerek kendilerini kurtarmaya çalışan insanlar ajite edilmeden, saf ve pürüzsüz bir dille aktarılıyor. Tüm bunların sonucunda durumun kötülüğünün farkına varıyorsunuz.

Zaman akışının sendelendiği filmde, karakterler ayrı ayrı da ele alınmıyor. Akış, yalnızca birbirleriyle mevcut ilişkilerini baz alarak kendisini tamamlıyor. Bunun yanı sıra ana hikayeye ek olarak arka planda göz göze geldiğimiz Polonya’nın o dönemine tanık ediliyoruz. İkili bir ilişki, tarihi bir dönem üzerinden işlenerek iki farklı hikaye gözler önüne seriliyor. Kimi zaman tek çatlağın yayılarak kendisini yok ettiği kimi zamansa kendisini yavaş yavaş iyileştirmeye çalışan bir Polonya. Benzer şekilde birbirlerinden kopmamaya çalışan, ne kadar süre geçerse geçsin hep en başından yeniden güçlü bir şekilde birbirlerinin kollarına koşan bir çift gözlerimize ilişiyor. Polonya yara aldıkça karakterlerimiz de yara alıyor. Geçmeyen yaralar da ardında büyük acılar bırakıyor. Tüm bunlara rağmen bitmeyen bir mücadele devam ediyor. Tıpkı Zula ile Wiktor’un aşkları gibi. Kendilerini en kötü hissettikleri anda dahi birbirlerini birer kurtuluş olarak görüyorlar. Polonya ile Zula ve Wiktor’un acıları birbirlerine bağlıymışçasına eşitleniyor. Sonrasında fark ediyoruz ki aslında fazlasıyla yaralar almış büyük bir aşk hikayesinden ziyade can çekişen bir toplumun ve o topluma karşı yabancılaşıp kültürlerinden kopmak zorunda kalan bireylerin yansımasını izliyoruz. Bu sebeple melodram kodlarına sahip olsa da o başlık içerisinde Cold War’u ele almanın ne kadar doğru olabileceği konusunda kararsızım. Ayrıca yönetmenin bakış açısının etkisi de yadsınamıyor. Objektif bakış açısını bir an bile elden düşürmeden sorgulamayı salt bir biçimde izleyiciye bırakıyor.

Biçimsel açıdan şiirselliğin ve gerçekçiliğin bir potada eritilip iç içe geçildiği filmin dili, kurgusuyla birleşerek yenilikçi bir tavır sergiliyor. Hayatın kendisinin bizzat barındırdığı şiirsellik doğal bir şekilde yedirilerek sinematografisinden aldığı siyah- beyaz desteğiyle estetize ediliyor. Yönetmenin bir önceki yapımı Ida’da da tercih ettiği siyah-beyaz çekimleri yeniden kullanma tercihi öyküye uygunluğu ile yerinde bir karar olduğunu kanıtlıyor. Bunun yanı sıra senaryonun işlenişi, ana karakterlerin hikayesine tanık olan izleyicinin konumu birleşerek ortaya hem içerik hem de biçim bakımından başarılı bir yapım çıkıyor.

Şarkı söyleyerek hocası Wiktor’u (Tomasz Kot) etkileyen Zula’nın (Joanna Kuligg) sanat sevgisi belli bir çelişki içerisinde yatıyor. Müzikle bağı Wiktor ile olan bağının temsiliyeti niteliğinde. Ne zaman yaptığı müzik içine sinmezse, ona karşı yabancılaşırsa aynı zamanda da Wiktor ile ilişkisinde bir zayıflık oluşuyor. Tanışmalarından itibaren son anlarına kadar onlara eşlik eden yegane şey müziğin kendisi oluyor. Fransa’da yıllarca söylediği şarkının sözlerinin değiştirildiği ve iplerin inceldiği o sahne ise Zula’nın memleketine ve Wiktor’a karşı yaşadığı yabancılaşmanın özeti niteliğinde. Artık o sınıfta şarkı söyleyen ne o genç kadın ne de onu ve sesini ilahi bulan öğretmeni var. Finalde gerçekleşen durumun şekillenmeye başladığı iki kopmadan birisi burada yatıyor denilebilir. Diğer kısım ise şüphesiz ki birbirlerini son kez gördükleri; Zula’nın kendisi olamadığı o sahnede şarkı söylediği noktada vuku buluyor. Yönetmenin ikili temsiliyetlerle birbirini tamamlattığı, içten içe imgesel bağlarla birleştirici gücü yakaladığı perspektif filmin temel anlatısından yan anlatılarına kadar birçok yerde mevcut. Anlatılar adeta bir vücutta yer alan damarlara benziyor. Hepsi bir noktada birbirlerine bağlanıyorlar.

Özetle kan ağlayan bir dönemde işlenen bir aşk hikayesinin tıpkı tarihi devirleri andırıyormuşçasına kesitler üzerinden yılların ele alındığı ve karakterlerin kültürlerine, kendilerine karşı yaşadığı yabancılaşmalar, bir yandan da sıla hasretinin yer yer işlendiği filmde görünenin ötesinde bir imge sunuluyor.

Son olarak filmde ağıt yakılırmışçasına ağır, özel şarkılar mevcut. Özellikle beni en çok etkileyen şarkıyı buraya bırakıyorum. Keyifli dinlemeler, okumalar diliyorum.

The House That Jack Built: Triervari Bir Seri Katil Portresi

Previous article

Lanthimos Soslu Bir Dönem Filmi: The Favourite

Next article

You may also like

Comments

Leave a reply