0

Maziye Özlem, Kan ve Şiddet Gösterisi

Son iki filmiyle kariyer düşüşünü sürdüren geçmişin parlak yönetmeni Luc Besson, yeni filmi Dogman ile gösterildiği Venedik Film Festivali’nden karışık eleştirilerle geri döndü. İzleyenlerin pek çoğu olumsuz eleştiriler yaparken, az da olsa bir kısım filmin seyir zevkinden dolayı başarılı olduğunu düşündü. Ancak ilk söylenilecekleri başta iletmenin yararı var: Luc Besson’un aklı bu filmde epeyce karışık görünüyor.

Bir köpek bakıcısı ya da koleksiyoncusunun suç patronluğundan kabare yıldızlığına geçiş sürecini farklı filmlerden parçalar sunar gibi seyirciye sunuyor. Kimi anlarda gözümüzü devirebileceğimiz cinsten yapmacık hareketlere başvururken, zaman zaman da eski filmlerinden Nikita ve Leon’u anımsatan sahneler izliyoruz.

Dogman‘ın ana fikrinin ortaya çıkış sürecini yönetmenin eski dönemlerine dönme isteğinden kaynaklandığını rahatça söyleyebiliriz. Çocukluk vahşetinden sağ kurtulan bir karakterin güçlü kimlik oluşturmaya yönelik arayışı, Leon’un çocuk karakterinin gittiği yoldan gitmesiyle örtüştürülebilir. Ancak Besson oluşturduğu bu gösterişli karakteri içerik olarak doldurmaktansa sığ flashback’lerle seyircinin karakteri anlamasını bekliyor. Üstelik bunu yaparken abartılı oyunculukların yapay durduğunu söyleyebiliriz. Yönetmenin dövüş, kan ve abartılı soygun sahneleri yoluyla olayı abartma eğilimi, hikayenin bataklıktan yavaş yavaş dibe çökmesi gibi kayboluyor.

Caleb Şahane, Gerisi Bahane

Filmi tek başına sürüklemeye çalışan Caleb Landry Jones karakterine bürünürken, önceki filmlerinden izler de taşıyor. Bir metot oyuncusu olan Jones, karakterine hazırlanırken farklı unsurlardan ilham aldığını söyleyebiliriz. 33 yaşındaki Amerikalı aktörün metod düzeyindeki rolüne bağlılığı, aktörün Venedik Film Festivali basın toplantısına tamamen İskoç aksanıyla gelmesinden kendini belli ediyor. Caleb Landry Jones filmin içinde Three Billboards Outside Ebbing, Missouri filmindeki kadar aksi ve korkutucu psikopatları oynadığı Twin Peaks: The Return ve Nitram’daki kadar tekinsiz bir karakter olabiliyor. Dogman‘daki Douglas karakterinde her ikisinden de biraz var diyebiliriz. Ancak Besson’un film içinde oyuncuyu net yönlendiremediğini söyleyebiliriz. Çünkü karakterin queer bir karaktere dönüşümünü asla net bir şekilde açıklayamıyor. Belki geçmişiyle bağlantılar kurarak bunu anlamlandırabilirdi.

Öte yandan filmin diğer büyük yıldızları ise inanılmaz derecede eğitimli köpek sürüsü diyebiliriz. Filmdeki yan karakterlerden adeta rol çalıyorlar. Başrol oyuncusu Jones dışında elle tutulan bir oyuncu performansı göremediğimizden dolayı, köpeklerin filmi oyunculuk anlamında ele geçirmesine neden oluyor. Köpekler sadık hayvanlardır. Ancak filmde bu güven duygusu iyice abartılacak düzeye geliyor. Yıllarca eziyete uğramış hayvanların ölesiye bir adama hizmet etmeleri, bir noktadan sonra içgüdüsel olarak bilinçli eylemleri Besson’ın uçuk hayal gücünden başka bir şey olamıyor.

Kopyalanan Filmler Kuşağı

Filmin senaryosunda komik duruma düşecek kadar tutarsızlıklar var. Sözde bize Douglas’ın hikayesi anlatılırken; film aniden latin sokak çetelerine bulaşan bir Robin Hoodvari bir şekilde halkın koruyucusu haline gelen kahraman yaratmaya soyunuyor. Hatta bazı göze sokulan İsa metaforu ile aslında karakterimiz mesihleştiriliyor. Bunu yaparken mantıklı bir şey sunmak inanın güçleşiyor. Filmin finalindeki çatışma sahnesi ise evlere şenlik bir durum yaratıyor. Home Alone filmini hatırlatan sahneler maalesef pek üzerinde durulmamış B tipi video filmlerine evriliyor.

Yakın dönemin ses getiren filmlerinden biri olan White God filmiyle akrabalık bağlarını yadsıyamayız. Orada olduğu gibi burada da köpekler insanlardan intikam alırken, yaralı bir kalbi olan kahramanımıza kol kanat geriyorlar. Hatta sokağın ortasındaki sahne de apaçık bu filmin kopyası görünümde diyebiliriz. Karakterimizin sığınağı ve queer makyajları da kült film The Crow’un Dogman filmine yansıması gibi denilebilir.

Besson’un Dönüşü Heyecanlandırmıyor

Belli ki Luc Besson’un beklenen geri dönüşü bu film olamıyor. Özellikle taciz iddialarıyla iyice kariyerinde dibe vuran Besson’un senaryosu maalesef ergen bir çocuğun kafasından çıkan deli saçmalarını andırıyor. Cesaretinden dolayı takdir etsek, bu cesareti filmin bütününü kurtarmaya yetmiyor.

Başrol oyuncusu Caleb Landry Jones’ın tuhaf ama bir yandan ilgi çekici performansı için izleyebilirsiniz. Öte yandan kafanızı dağıtacak eğlence sineması örneği arıyorsanız, beklentiyi arttırmadan izlemenizde yarar var.

Haktan Kaan İçel’in, diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.

Bizi TwitterInstagram, Discord ve Letterboxd aracılığıyla takip etmek için tıklayınız.

The Crown: Kraliçeye Son Bir Veda

Ferrari: Ölümle Yarışamayanlar

The Crown: Kraliçeye Son Bir Veda

Previous article

Skinamarink: Bu Evde Ters Giden Bir Şeyler Var

Next article

You may also like

Comments

Comments are closed.