Rryan Murphy’nin 7 bölümlük dizisi Hollywood, Amerika’da sinemanın altın çağı olarak sayılan yıllarının kapalı köşelerinde yaşananlarını anlatan; gerçekleri ucundan değiştirip onlara alternatif bir son yazmaya çalışan oldukça şahane ve beni duygulandırmayı başaran bir dizi. 1947-48 yıllarında geçen dizi, dönemin gerçek karakterlerinin yanına yaşamamış karakterleri ekleyerek asla ol-a-mamış; keşke olsaydı denilen bir alternatif hikayeye yöneliyor. Eğer Tarantino’nun Once Upon a Time… in Hollywood filmini izlediyseniz, ekleme karakterler ile alternatif hikayeye aşinasınızdır. Netflix; toplumun görmek istemediği, hala kabullenemediği kesimlerini inatla ekrana taşıyarak onları hayatımızda pekiştirmeye çalışıyor. Bunu, bazen inanılmaz derecede yanlış yapıyorlar. Hikayeye uyduğu sürece karakterlerin görünüşü, duruşu, inanışı umurumda değildir. Akım gereği oldukça yanlış amaçlarla değiştirilen birçok karakteri baz aldığımızda, Hollywood, tam da aradığımız hikaye!
Size; dizide yaşananları yorumlamak yerine, dizide gördüğünüz karakterlerin temellerini, hikayelerini, yaşananların gerçeklik paylarını, karşılaşılan ve ima edilen isimlerin Hollywood’daki yerlerini ve önemlerini detaylı bir şekilde anlatmaya çalışacağım. Dizinin ne kadarının gerçek, ne kadarının kurmaca olduğunu elimden geldiğince yazacağım. Bunu da dizinin temaları olduğu için 4 bölüme ayırarak yapmaya çalışacağım.
Kısaca konusuna değinelim… 1947 sonları, belki de 48 başları. Hollywood bildiğimiz gibi. Los Angeles sokakları oyuncu olma hayali ile gelmiş beş parasız insanlarla dolu. Jack Castello da onlardan biri. Her gün bir umut Ace Pictures’ın kapısında figüran olabilmek için bekliyor. Tabii hayaller suya yatınca ona, onu hiç tanımadan iş veren Ernie’nin benzin istasyonunda pompacı olarak işe başlar. Fakat Jack, işe başladığı yerin aslında bir benzin istasyonundan daha fazlası olduğunu öğrenir. Eve ekmek gerek; para için jigololuğa başlayan Jack, işinden ne kadar utansa da aslında işi sayesinde çevre yapmaya başlar. Ve farkında olmadan, gelecekte Hollywood’un tarihini değiştirecek bir filmin ekibi ile tek tek tanışmaktadır.
Hollywood, herkesin kabullenebileceği bir dizi değil. En azından bu yazıyı yazarken içinde yaşadığım ülke ve türevleri için olmayabilir. İçeriğin çoğuna, sene 2020 olsa da hala rahatsız edici gelebilir. Dizide olduğu gibi tükürükler saçmadığınız ve pankartlarla protesto edip insanların evine molotof atmadığınız sürece size de saygım sonsuz. Sevmek zorunda değilsiniz. Yeter ki zarar vermeyin, saldırmayın. Şimdi gelin Hollywood’un temellerindeki kiri kazımaya başlayalım:
Hollywood’da Kadın Olmak
Hollywood’un altın yılları 1915-1960 arasıdır. D.W. Griffith’in 1915’te yönetmenliğini yaptığı The Birth of a Nation ile başlayan dönem, her yıl üstüne koyarak ilerledi. Bugün kült olarak saydığımız bir sürü film bu dönemlerde çekilmiştir. Aynı zamanda bu yıllar, sinemada kadın temsilinin oluştuğu yıllardır da. Aslında kadınlar, sinemanın daha ilk günlerinde bile bu çılgınlığın bir parçasıydı. Gerek yönetmenlik, gerek oyunculuk olsun Hollywood öncesi dönemde kadınların ağırlığı büyüktü. Alice-Guy Blache ya da Lois Weber gibi isimler önemli film şirketlerinin en tepe pozisyonunda yer alıyordu. Kadın oyuncular, filmlerin izlenmesindeki en büyük sebeplerdi. Öyle ki, eskiden film posterlerinde oyuncuların ismi yazmazdı. Bu akım D.W. Griffith’in sürekli oyuncusu Lillian Gish ile değişti. Seyirciler, izledikleri kadının kim olduğunu merak ettiğinden zamanla filmlere oyuncuların isimleri yazılmaya başlandı; reklamlar onların üzerinden yapıldı: Biography kızı Lillian Gish! Keza, sinema tarihinin ilk film yıldızı Florence Lawrence olarak kabul edilir. Avrupa taraflarına yönelirsek de ilk yıldız kadındır.
Fakat zamanla New York’dan Los Angeles’a taşınan sinema endüstrisi, fabrikalaştıkça, kadınların ağırlığı azaldı. Azaldı demek de iyimser olur; azaltıldı. Hollywood, kadın senaristler ile doluydu. Akademi Ödülleri ilk kurulduğunda, ödül alan filmlerin senaryolarında hep kadınlar vardı. Üçüncü ve dördüncü Akademi ödüllülerinde senaryo ödüllerinin sahibi Frances Marion olmuştur. Ama dediğim gibi, fabrikalaşma sürecinde stüdyolar büyüdü, kadınlar geri plana atıldı. Zaten kadın, dizide de gördüğümüz gibi kimin eşi olursanız olun evde yemek hazırlaması gereken bir roldeydi. Evde yemek yapması gereken kadınlar hala filmlerin izlenmesindeki ana sebepti halbuki. Seyirciler çoğunlukla onları izlemeye geliyordu ama gelin görün ki izlenme rakamları ile maaş dengeleri de hiçbir zaman paralel olmadı. Gerçi bu sorun hala devam ediyor. Erkeklerin sektörde gücü arttıkça bunu kullanmaya başladılar. Cecil B. DeMille, stüdyosuna oyuncu olmak için gelen kadınlara açık bir teklif yapardı:
“Benle şöminemin önündeki ayı postu üzerinde sevişirsen, geleceğine bakarız“.
II. dünya savaşı, Amerika topraklarına hiç uğramadığı için Amerika, savaş yıllarında tarihinin en aktif yıllarını geçirdi. Müthiş derecede üretken olsalar da özgür olduklarını söyleyemeyiz. 1934 yılında çıkan Hays kanunları ile Amerika’da filmler resmi olarak bir sansüre tabii idi. Belirli stereotipler dışına çıkamazdınız, filmlerde bazı değerler aşağılanamazdı, mutlaka mutlu son olmalıydı gibi tepeden inme yasaklar mevcuttu. 1915-45 yılları arasında kadınlar için beyaz perde hayatı ile gerçek hayat eşitlendi. Kadın, günlük hayatında olduğu gibi her daim erkeğin arkasında kalmak zorundaydı. Bu anlayış öyle oturmuş ki, özgürlüğü savunan bir anne olan Avis bile kızına evde oturması ya da evlenip gitmesi gereken bir obje olarak bakıyordu. Aslında kızının ne kadar yetenekli olduğu, ailesine önem verdiğini anlaması için zaman gerekti.
Dizide Ace Pictures olarak geçen stüdyonun Paramount olma ihtimali var. Bunun ana sebebi, dizide gösterilen stüdyo girişi ile iç dizaynın Paramount stüdyolarına benzemesi. Keza dizide arka planda Humphrey Bogart, Bette Davis ve Betty Grable gibi Paramount’un sözleşmeli oyuncularının çerçevelerini görebilirsiniz. Dizi, kimi talihsizlikler sayesinde Ace Amberg’ün hastanelik olmasıyla şirketin Avis Amberg’e kaldığını resmediyor. Tabii şirket ya da herhangi bir iş kadınlara kalınca, daha cesur kararlar alınabiliyor ki bunu dizide kendileri de belirtiyor. Bir kadının o dönemlerde yüksek mevkilerde olması olağan bir durum değil. Yok mu? Var. Mary Pickford, savaş öncesi dönemin en önemli oyuncularından biriydi ve maaşı erkeklerden bile fazlaydı. Douglas Fairbanks, Charlie Chaplin ve D. W. Griffith gibi 3 devasa isimle United Artists film şirketini kurmayı başarmıştı. Ama istisnalar kaideyi bozmaz. Avis Amberg, güzel bir hayalin temsili sadece. Gerçekte, bir kadının büyük bir film şirketine müdür olması ancak 1980’i buldu. Sherry Lansing, 20th Century Fox’un müdürü olarak bu ünvana ulaşan ilk isim oldu. 32 yıl sonra! Tesadüf müdür bilmiyorum Sherry de oyunculuktan gelmiştir.
Dizide çekimi için mücadele verdikleri filmin ana karakteri olan Peg Entwistle, Hollywood’un H’sinden aşağı atlaması ile bilinse de hikayesine biraz daha derin bakmamız gerek. Peg öyle sıradan biri değildi. Broadway’de 200’den fazla oyuna çıkmış ve denilene göre oldukça yetenekli biriydi. Öyle ki, Ryan Murphy’nin bir önceki dizisinde anlattığı Bette Davis, 1976 yılında, 17 yaşındayken izlediği Peg Entwistle gibi olmak istediğini ve onu izlerken büyülendiğini söyler. Peg, meşhur büyük buhran sonrası ortada kalmış, Broadway’e geri dönmek istemeyip ekranlarda yer almak istemiştir. Kendisinin yer alabildiği tek film olan Thirteen Women, ancak o öldükten sonra gösterilir. Filmin yönetmeni olan ve dizide adı geçen David O. Selznick, dizinin geçtiği dönemlerde yönetmenliği bırakma kararı alır.
Peg; sadece kariyeri başarısız olduğu için değil, kişisel hayatında da ciddi sorunlar yaşadığı için bunalıma girmişti. Kişisel hayatındaki sorunlar da tabii ki erkek sorunuydu. Bir erkek tarafından kandırılmıştı; üstüne hayallerinin gerçekleşmeyeceğini düşünerek erken yaşta intihar etti. İntihar etmeden önce bıraktığı notta ise şunlar yazıyordu:
I am afraid, I am a coward. I am sorry for everything. If I had done this a long time ago, it would have saved a lot of pain. P.E
Sinemada Siyahi Sorunu
Dizi bize Hollywood’da siyahi aktör olmanın belirli kalıplar dışında imkansız olduğunu; siyahi bir yönetmen ya da yapımcının ise olamayacağını açık bir şekilde gösteriyor. Ne kadar Hays kanunlarını bahane olarak gösterseler de stüdyolar ırkçılarla doluydu. Sonuçta Hollywood’un temelleri ırkçılık ile atıldı, değil mi? Altın çağın başlangıcı olan The Birth of a Nation, siyahileri düşman olarak gösteren bir filmdi. Siyahiler, her daim düşman olarak lanse edilseler de bu onların sinemada yer almadığı, film yapamadığı anlamına gelmiyor.
Hollywood öncesi işler biraz farklıydı. Lincoln adlı bir film şirketi tamamen siyahilerin yer aldığı filmler çekiyordu. Lincoln adlı bu şirket 5 film çekmeyi başarmıştı. Kurtulabilen tek filmden bir video. Bu filmler ırkçılık ve yasalar gereği sadece belirli sinemalarda ve kurumlarda gösterilebildiler. 1916’da Noble Johnson tarafından kurulan bu şirket ancak 1921’e kadar dayanabildi. Şirketin varlığı bir şeyi kesin kanıtlıyordu: Siyahiler olduğu filmlere rağbet vardı. Ama dizide olduğu gibi, yapması vicdanen zordu. Çünkü yaparsanız katlanacağınız bazı sorunlar vardı.
Archie Coleman, kimliğinin ona getirilerini bilerek hareket eden biri. O dönemlerde birçok siyahi bunları bilerek hareket ediyordu, aynı acıları yaşıyordu. Onlara konulan sınırları aştıklarında evlerine saldırılar düzenlenebiliyor; telefonda ölüm tehditleri alabiliyorlardı. Archie, dizide zincirlerini kırarak toplumun asla kabul edemeyeceği gerçekler üzerine diretiyor. Senaryosunu sahipleniyor, gay olduğunu reddetmiyor, üstüne sevgilisi ile toplumun karşısına çıkıyor. Dizide yaşananlar o dönem için oldukça fazla. Yine dizide Talullah Bankhead ile öpüşürken gördüğümüz Oscar ödüllü Hattie McDaniel‘ın gerçekten de gay olduğuna dair bir açıklama yok. Dizinin aksine Hattie, hem siyahi hem gay olma zorluğunu yaşamak istememiş olabilir.
“Kalbinizde doğrusu neyse onu yapın… Nasıl olsa eleştirileceksiniz.”
― Eleanor Roosevelt
Keza Hattie’nin Oscar töreni hakkında anlattıklarında bazı eksikler var. Hattie McDaniel, Oscar’a aday olduğu zaman şehir bunu kabullenememiş, tören görevlileri onu içeri almak istememişti. Buraya kadar onun anlattığı gibi. Lakin kendisinin içeri girmesini sağlayan kişi beraber aynı filmde oynadığı Clark Gable idi. Ryan Murphy’nin bu gerçeği saklaması ilginç. Hattie, görevlilere karşı çıkamazken Clark Gable, kendisini içeri almazlarsa olay çıkartacağını söyler. Bunu göze alamayan görevliler de Hattie’yi içeri kabul eder. Dizide bu durumu Camille için kullanmışlar. Hattie’nin kendisine yaptığı uyarı sonrası aynı durumla karşılaşan Camille, içeri giremezse, aynı Clark Gable gibi, olay çıkartacağını söyler. Camille’in kariyeri büyük ihtimal güzel ilerlemiştir ama Hattie’nin kariyeri maalesef hiç de öyle ilerlemedi. Kendisinin de dile getirdiği gibi, 50-52 arası baş rolünde olduğu televizyon şovu harici yine ufak tefek rollerde oynayıp hayata veda etti.
Dizideki ana sorunlardan biri, insanların içinden geldiği gibi davranamaması ve korkuları ile hareket etmesi. Aslında sektörde siyahilere sahip çıkacak, onları destekleyecek bir sürü insan olmasına rağmen ekonomik ve manevi sebeplerden ötürü topluma uyuyorlar. Bu uyumu maalesef siyahilerin kendisi de yapıyordu. Archie’nin hikayesi bilinen ilk siyahi yönetmen olan Oscar Devereaux Micheaux‘a benziyor. Oscar, Lincoln için film yapanlardan biriydi. Kariyerinde 44 filmi var ve filmlerinde ırkçılığı anlatırdı. Kendisinin aynı zamanda 7 romanı var. 1913 yılında, romanlarından biri olan the Conquest: The Story of a Negro Pioneer, isimsiz bir şekilde piyasaya çıktı ve 1000 kopya sattı. Kitap; Amerika’nın gerçek potansiyelini keşfetmesi, şehirler arası yaşam farklılığını ve siyahilerin yaşam biçime odaklanıyordu. Kitap, isimsiz çıksa da ana karakterin adı Oscar Devereaux idi. Oscar, hikayesinin okunabilmesi için beyaz gibi davranmak zorunda kalmıştı. Anlattığı konular da, ilginçtir, Archie’nin hikayelerine benzer.
Avis Amber’ın yardımı ve onu destekleyen ekip ile Meg çekilir; dizinin dünyasında tarihin ilk siyahi senaryo yazarı Oscar adayı olup ödül alırken, Camille de tarihin ilk siyahi baş rolü olarak beyaz perdede yerini alır. Filmin gişede başarılı olma kısmı hayal değil. Yukarıda da belirttiğim gibi, Lincoln döneminde de siyahilerin olduğu filmlere ilgi çoktu. Büyük bir kitle bu filmleri izlemek için bekliyordu ama maalesef hiç kimse taşın altına elini sokmak istemedi. Öyle ki, siyahi olarak en iyi kadın oyuncu ödülünü almayı başaran ilk kişi Halle Berry oldu. Sene 2002. Siyahi biri olarak en iyi orijinal senaryo ödülünü almayı başaran ilk kişi Jordan Peele oldu. Sene 2018. Şaka değil. Hollywood, bize ne kadar “what if” hikayesi sunsa da gerçekler acıdır. 1949 yılında 20th Century Fox, siyahi bir hemşire ile beyaz bir erkeğin aşkını anlatan Pinky adlı filme kalkışsa da yine baskılar sonucu başrol süt beyazı Jeanne Crain‘e verilir. Daha da ironiği, filmdeki tek siyahi kadın yine bir hizmetçidir.
Hollywood’da Yabancı Olmak
Riyakarlık konusunda Hollywood’un üstüne yoktur diyebiliriz. Hollywood’un hatta daha da ileri gidiyorum, Amerika’nın kültürünün temellerini atanlar göçmenlerken; insanlar kendi kimliklerini hiçe sayıp sırf kendini en Amerikan hisseden seyircileri için Yahudileri, Çinlileri ya da diğer göçmenleri dışlamaları tam bir riyakarlık başarısıdır. Hollywood’un temellerinin atıldığı topraklarda İspanyollar vardı. Temeli atanlar yahudilerdi. Günümüzde gişe rekorları kıran ve milliyetçilik sembolleri haline gelen süper kahramanlar Yahudiler ve İtalyanlar tarafından üretildi. Ama gelin görün ki bu kişilerin değerleri günümüzde daha yeni yeni anlaşılıyor.
Dizide anlatıldığı gibi Hollywood’da yabancı olmak gerçekten güçtür. Koskoca Greta Garbo’yla bile uğraşmış, onu düzgün İngilizce konuşamadığı için dışlamışlardır. O zamanlar yabancıysanız belirli kalıpların ötesinde roller bulmanız çok zordu. Aynı siyahilerin ancak aptal biri ya da hizmetçi olabilmesi gibi Çinli birinin de baş rollerde yer alması, şuh kadın formatının dışına çıkması imkansızdı. Anna May Wong bu konuda kesinlikle harika bir örnektir. Kendisi, Los Angeles doğumlu olmasına rağmen oraya sonradan gelenler tarafından dışlanmış bir karakterdir ve biz onla dizide karşılaştığımızda neredeyse 7 yıldır filmlerde oynayamamış biridir. Dick ile Archie arasında geçen sohbet de birebir gerçeklemiştir; o zamanlar Warner Bros’un yapımcısı olan Irving Thalberg, hem Hays kanunlarını öne sürerek hem de beyaz bir erkek karşısında Çinli bir kadın olamaz diyerek The Good Earth‘ün baş rolünü Luise Rainer‘e verir. Anna May Wong’a da filmdeki şuh kadın rolü teklif edilse de reddeder. Ki dizide görüyoruz, o dönemlerde ekranda görünüp bir cümle söylemek bile büyük bir olay. Ama Anna, bunu gururuna yediremediği için reddediyor. 1957 yılında Miyoshi Umeki, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü alan ilk Çinli olur fakat en iyi kadın oyuncu ödülünü alan herhangi bir Çinli henüz yoktur.
Dikkat ederseniz, dizide sıklıkla “Nerelisin?” sorusu soruluyor. İnsanların nereden geldiğine oldukça önem verilen; birileri ile yatmadığınız sürece tepelere ulaşmanızın zor olduğu; isminize kadar her şeyinizin değiştirilebileceği bir şeydi Hollywood oyuncusu olmak.
Hollywood’da Kimlik Sorunları
Şimdi seyircinin Hollywood’u izledikten sonra aklına gelebilecek yegane soru şu olabilir: Yahu herkes mi gaydi? Herkes olmasa da çoğu gaydi, evet. Tarihin onları yazmamış olmasının verdiği yanılsama hastalık olarak gördüğünüz LGBT bireyleri aslında tarihin her noktasında varlardı. Hollywood da birbirini seven erkekler, kadınlar ve parti köşelerinde karşı cins gibi giyinen erkek ve kadınlarla doluydu. Dizide anlatılanlar kimilerine göre abartı gibi dursa da aslında hikayede geçen çoğu kişi gerçek ve yaşananların çoğu doğru. Evet, Henry Willson gerçekten de gay ve karaktersizin tekiydi. Evet, Rock Hudson gaydi ve sevgilisi vardı. Ve evet, benzinci gerçek!
Benzinci ile başlayalım. 2012 yılında Scotty Brown, yayınladığı Full Service: My Adventures In Hollywood And The Secret Sex Lives Of The Star ile dizide izlediğimiz benzincinin hikayesini ve evlerin ücra köşelerinde dönen olayları anlatıyordu. Şaşıracaksınız -eğer tanıyorsanız- Katharine Hepburn, Cary Grant ve King Edward VII müşterileri arasındaydı. Jack Castello gibi hayallerle Los Angeles’a gelip çulsuz kalınca benzincide işe başlayan Scotty, kendisine para karşılığında seks teklif eden bir müşterisinin ardından dizide Ernie’nin kurduğu benzinciye doğru evriliyor. Ve evet, kitabında özellikle belirtir, müşterilerinin %90’ı gaylerdi. Kitabı yazmasındaki motivasyonu da bahsettiği herkesin ölmüş olmasıydı. Artık gücenemezlerdi, değil mi?
Gelelim Gone With the Wind’ın yönetmenlerinden biri olan dönemin en meşhur isimlerinden George Cukor‘a. Evet, partiler de gerçek. Cukor’un gay olduğu iddia edilmiş ama kanıtlanamamıştı. Aynı dizide Dick Samuels’ın gay olduğunu kanıtlayamadıkları gibi. Cukor, sabahları önce kadınların akşamında da erkeklerin geldiği çılgın partiler verirmiş. Kimisi partilerin öyle çılgın olmadığını söylese de kimi kaynaklar aynı dizideki gibi olduğunu söyler. Peki partisinde yer alan Talullah Bankhead? Talullah, çılgın yaşamı ile bilinen ve kadın erkek ayırmadan yaşadığı ilişkiler ile tanınan egzantirik bir karakterdi. Müthiş bir sesi olmasına karşın katıldığı partiler, gece hayatı ve bitmek bilmeyen alkol problemi yüzünden kariyerini mahveden bir isimdi. Yukarıda bahsettim ama yineleyelim: Hattie MacDaniel ile bir ilişkisi olduysa, şaşırmam. O da Cukor’un partilerine katılıyordu. Aynı Vivien Leigh’in katıldığı gibi. Zaten kendisini beraber çalıştıkları 1931’den beri tanıyordu. Hatta ilginç bir tesadüf, Talullah az daha Vivien’ın efsane rolü olan Scarlet O’Hara’yı kapıyordu.
Evet, gelelim Henry Willson‘a. Rock Hudson’ın anlatımıyla kendisi bastırılmış kimliğinin oluşturduğu ezikliği oyuncularının üzerinden acı bir şekilde çıkaran ruh hastasının tekiydi. Gerçekten de gaydi ve evet, sevgilisi Junior araba kazansında ölmüştü. O da sonra tüm acısını oyuncularından çıkardı. Ne kadar kötü biri olsa da başarılı bir yetenek avcısıydı. Birçok önemli -kimisi gay- ismi Hollywood’a kazandırmış olsa da en büyük eseri Rock Hudson’dır. Dizideki sünepeliği sizi rahatsız etti ise, Jake Picking rolünü iyi yapmış demektir. Henry, sünepe birini alıp onu tam bir -o döneme göre- erkeğe çevirdi. Ve evet, Rock Hudson da gaydi. Ama dizideki gibi kimliğini hiç açıklamadı. Gay olduğunu ancak ölüm döşeğindeyken öğrendik. HIV yüzünden ölen aktör, bu kimliğini kariyeri için yıllarca saklamıştı. 1960 yılına kadar Henry’den kurtulamayan Rock, onun hakkında “oyuncularını kendi cinsel ihtiyaçlarının oyuncağına çeviren biri” demiştir. Henry’nin ölümü ise ironiktir. Gay olduğunun öğrenilmesinin ardından kimse onunla çalışmak istememişti. Ama sebebi gay olması değil, kullanılmak istememeleriydi. O da kendisini alkol ve uyuşturucuya verdi.
Hudson’ın kariyeri 1948 yılında başlar. İlk filmi Fighter Squadron için deneme çekimine giren Hudson aynı dizideki gibi 38 defa tekrar almak zorunda kalmıştır. Yine dizide olduğu gibi bastırılmış kimliğinin verdiği ezikliği sürekli üstünde taşıyan Hudson başarılı olmak için zamanla değişmiştir ama kimliğini asla terk etmemiştir. Willson, kimlik sorununu medyadan silmek için onu kendi sekreteri Phyllis Gates ile evlendirse de bu ilişki uzun sürmez. Hudson’ın 40’larda olmasa da 60’larda bir erkek sevgilisi vardı ve onunla beraber Oscar törenine katılmıştı. Ama hayır, keşke dizideki gibi el ele gelebilselerdi. Yan yana bile gelemiyorlardı. Rock Hudson’ın kendi yazdığı biyografisini okursanız bu kişiyi sevdiğini de ilan ettiğini görebilirsiniz.
Buraya kadar anlattıklarımdan sonra yegane soruya geri dönelim: Yahu herkes mi gaydi? Hemcins ilişkisi özellikle belirttiğim gibi tarihin her noktasında vardı ama belirli anlar harici hep saklanmak zorundaydı. Bazı cesur çıkışlar olsa da istisnalar kaideyi bozmuyor. Lumiere’ler ilk film gösterimini yapmadan önce Edison’un operatörlerinden biri olan Dickson, 1985’te The Gay Brothers adında bir film çekmişti. O zamanlar erkekler queer olarak görülmüyor, genelde efemine deniyordu. Kadınlar için ise bir sıfat bile yoktu. Tabii bu filmi izleyen halk -haliyle- şok!
Hollywood öncesi siyahilerde olduğu gibi gayler de filmlerde yer alabiliyordu ve genellikle komik karakter olarak resmediliyorlardı. Mesela ilk lezbiyen filmi olarak kabul edilen A Florida Enchantment‘a göz atabilirsiniz. Dizide Henry Willson’ın söylediği “sissy” lafı da bu dönemlerde çıkmıştır. Sonra Büyük Buhran döneminde film sayısı düşünce kimi yapımcılar içlerinde homoseksüellerin olduğu filmlere yönelip seyirciyi şoke etmeye çalışsa da bu durumun etkisi kötü bir şekilde sonuçlanır. O zamana kadar siyahiler gibi ekranlarda yer bulabilen gay karakterler Hays kanunları ile beraber silinir. Aslında Hays Konularında homoseksüelliğe karşı bir tavır olmasa da kimi isimler kanunları bir araç olarak kullanıp siyahilerle beraber gay karakerleri düşmana dönüştürdü; hastalıklı, sadist, anti-sosyal, psikopat tanımlamaları getirdi.
Yine ana sorumuza gelelim: Yahu herkes mi gay? Kara Filmin ilk örneği olarak sayılan 41 yapımı Maltese Falcon’un orijinalinde Joel Cairo karakteri gaydir. Tabii filmde bunu asla göremedik. William Wyler’ın tiyatrodan uyarladığı The Three filminde bir kadınla erkeğin ilişkisi anlatılır. Ama orijinalinde bir lezbiyen çift ilişki yaşamakla suçlanır. Filmi izleyen eleştirmenler, lezbiyen hikayesinin çıkarılmasını olumlu bulup, yeni halinin daha başarılı olduğunu iddia eder.
Daha Mutlu Bir Yol
Hollywood, beyaz perdede gördüğümüzden çok daha derin ve komplike bir yer. Aynı insanın iç dünyası gibi. Ekranda göründüğünden çok daha fazla hikaye var setlerin arkasında. Başarılı olmak için gururundan ödün verenler, fırsat kovalayanlar, birbirinin ayağını kaydıranlar ve kimliğini, düşüncelerini saklamak zorunda kalanlar. Günümüzde dürüst olma şansı daha fazla. Yine parasını düşünüp iktidara yamanan binlerce insan var. Ama o zamanlar fikirlerinizi dile getirmeniz neredeyse imkansızdı. Kapalı kutudaki zevklerinizi ve fikirlerinizi evinizde, parti kalabalıklarında ya da ara sokaklarda yaşayabiliyordunuz. Ryan Murphy, pandora kutusu dışarı çıkma cesareti bulursa ne olur temalı bir dizi yapmış, sonucu ise göze ve kalbe hoş gelen bir yolda ilerlemiş. Sonunda duygulanmamak elde değil.
Asıl sorunun üzerinde durması hoşuma gitti. İnsanlar “yapmadıkları” için sorunlar değişmiyor. Siyahiler ekranda olursa insanlar filmleri izlemez tezi ne kadar doğruysa da onları izleyecek binlerce insan da vardı ve siz bunu sürekliliğe vurduğunuz zaman insanlar buna alışacaktır, yine sinemaya gidecektir. Netflix, birçok insan şikayet etmesine rağmen LGBT bireylerini dizilerinde ve filmlerinde göstermeye devam ediyor. Ve ne oluyor? Şikayet edenler hala izlemeye devam ediyor. Bu sebeple dizinin verdiği “yapılmadı” ama “yapılsaydı farklı olurdu” mesajı gayet hoş ve bence doğru. Evet, sorunlar her zaman yaşanacaktır lakin el ele verildiğinde bütün sorunlar çözülebilir. Keza Arz ve Talep mevzusunun her zaman yanlış anlaşıldığını, sistemi üretenin tayin ettiğini düşünürüm. Sokakta sorsanız ekranda LGBT bireyi görmek istemiyorum diyen binlerce insan çıkacaktır ama hepsi yine oturup Netflix izleyecektir. Çünkü üreten bize ne verirse, onu tüketiriz. Kimse çıkıp Recep İvedik komedisi yapın diye yalvarmıyor.
Hollywood, tam bir iyi hisset dizisi de diyebiliriz. Size anlatılanların ne kadar hayal olduğunu yukarıda anlattım. Fakat keşke olsaydı denilen şeyler izliyoruz dizide. Yer yüzünde yaşayan herkes, sevilmese de saygı duyulma hakkına sahiptir. Birinin Çinli olması ya da siyahi olması beyaz perdede olmaması için sebep değildir. Kişisel nefretler, hayallerin önüne geçemez.
Sevgiyle kalın, saygıyı unutmayın.
Yorumlar