0

Yılda yüzlerce filmin çıktığı şu dönemlerde, yeterince konuşulmayan filmleri kolaylıkla göz ardı edebiliyoruz. Sadece bu ay bile, herbiri geniş kitlelere adından bahsettirecek nice film yayınlandı ya da yayınlanacak. Creed III, Scream VI, Shazam! Fury of the Gods, John Wick: Chapter 4… Liste uzadıkça uzuyor. Hal böyleyken, ne izleyeceğimize kaliteden ziyade popülerlik karar veriyor istemesek de. Bir filmi izleyecekken, sırf herkesin katıldığı tartışmaya dahil olabilmek için, biz de gündemdeki filmlerden birini seçiyor ve başta niyetlendiğimiz filmi izlenecekler listemizin derinliklerine itiyoruz, belki o listeden hiç çıkarmamak üzere.

Tam da genel izleyici olarak bu eğilimimiz yüzünden, büyük isimlerin iyi işleri takdiri ayrı bir önem kazanıyor. Çünkü yayınlanışından yıllar geçmiş ve belki unutulacak o filmleri, zamansızca gelen bu övgülerle birlikte tozlandıkları listeden çekip çıkarıveriyoruz. Burada “Yayın platformları sinemayı öldürüyor!” argümanı da bir darbe alıyor tabii, zira gösteriminin üstünden yıllar geçmiş, yurt dışındaki yerel sinemalar dışında erişilemez haldeki o filme Netflix‘te yer veriliyor olması, filmle bağımızın tamamen kopmasının önündeki tek engel belki de.

Jérémy Clapin‘in ilk uzun metraj filmi, J’ai perdu mon corps (I Lost My Body) (Bedenimi Kaybettim) da geçtiğimiz günlerde tam da böyle kurtuldu izlenme listemdeki esaretinden. 2019 Aralık’ında İzmir Karaca Sineması’nda izlemeye niyetlenip kaçırdığım filmi izleme listeme eklemiş, 17 Ocak 2020’de vizyona girip gösterimde kaldığı 15 hafta boyunca sürekli ertelemiş ve sonunda Netflix‘te yayınlandığında çoktan unutmuştum. Del Toro dedemin tweetinden sonra “Yakında izleyeyim ben bunu ya…” dediysem de fikrine değer verdiğim bir arkadaşım daha geçtiğimiz günlerde önermemiş olsa, yine erteleyebilirdim. Bu uzun girizgah, filmle yolumu kesiştirdikleri için Guillermo Del Toro‘ya, Netflix‘e ve kendini bilen arkadaşıma bir teşekkür görevi üstleniyor dolayısıyla. Yazdıklarımın da fikirlerime değer verenleri filmi izlemeye ikna etmek, zaten izlemişleri de film üzerine bir sohbete davet etmekten öte bir hedefi yok.
I Lost My Body (2019) - IMDb

Herhangi bir sürprizi bozmayacağım, ama öğrendiğinizde tadınızı kaçırabilecek bir sürprizi de yok zaten filmin. Hikayenin nereye bağlanacağını ilk 15 dakikada çözüyor, ve süresi boyunca ne anlattığından ziyade nasıl anlattığı ya da neden bunu anlatmayı seçtiğiyle ilgileniyorsunuz. Guillaume Laurant‘ın Happy Hand adlı kitabından uyarlanan film, adından da anlaşıldığı üzere ayrı düştüğü bedenine ulaşmaya çalışan bir eli izletiyor bize. Filmin adının “I Lost My Hand” olmayışı da tesadüf değil, zira filmin çoğunu elin bakış açısıyla deneyimliyoruz. Tabii bu, filmin temasını el üzerinden işlediği anlamına gelmiyor. Sembolize ettiği şey dışında, elin macerası filme diğer türlü eksikliğini hissettireceği aksiyon ve gerilimi katma görevini üstleniyor. Hem Dan Levy‘nin müziklerinin hem de kamera kullanımının yardımıyla, elin şehrin diğer ucuna geçme serüveni, filmi “konuşan kafalar” olmaktan kurtarıp fantastik bir tona tanışıyor.

I Lost My Body de Jérémy Clapin (2019) - Unifrance
Karşımızdaki işe bakıp, bir ele karakter yüklemenin zorluğunu gözden kaçırmak çok kolay. Fakat el gibi başta yüzü olmadığı için empati kurmanın zor olduğu bir parçayı, izleyicinin kendini bulabileceği bir ana karakter haline getirmek, herkesin başarabileceği bir şey değil. Öte yandan elin hareketlerinin filmin genel tonuyla çatışmamasını sağlamak da, filmde çalışan tüm animasyon sanatçılarının olduğu kadar yönetmen Jeremy Clapin‘in de başarısı. Spider-man: Into the Spider Verse‘ün arkasındaki dahilerden Chris Miller ve Phil Lord‘la yaptığı röportajda, Clapin eli yansıtma şekliyle ilgili şunları söylüyor:
“Kitabı ilk okuduğumda, tabii ki aklımda filmin bir kısmı canlandı. Kopuk el de olunca, Addams Ailesi gibi bir şeylerdi. Bu referansların tümünden, olabildiğince uzaklaşmak istedim, çünkü bu bir bakış açısı filmi. Dolayısıyla, ele bakmak zorunda değiliz, el olmak zorundayız. Elin içinde olmalıyız. Bu da bana kamerayla oynama fırsatı verdi. Ele fazlasıyla yakın olma fırsatı. Daima elin nasıl hareket ettiğiyle kadrajdaki yeri arasındaki doğru kombinasyonu bulma fırsatı.”

Ekip elin sahnelerinde komediyle korku arasındaki doğru noktayı yakalamaya çalışadursun, anlatının duygusal yükünü de hayattan ne istediğini bilemeyen, kaybolmuş bir genç olan Naoufel’in yaşadıkları sırtlanıyor. Siyah beyaz kesitlerle işlenen çocukluk anılarıyla her şeyin ters gittiği gündelik olaylar arasında gidip gelen anlatı, anılar ve kayıplar hakkında hissettirdikleriyle ilgimizi diri tutuyor. Kitapta ele verilen iç sesi filmde kesen Clapin, bunu yaparak Naoufel’in kesitlerine düşen yükü arttırırken filmi de diyaloglu ve sözsüz sekanslar arasında bir denge kurmaya zorluyor. Burada bir kez daha Dan Levy‘nin müziklerinin kıymetini hatırlatmak gerek, çünkü geçmişte geçen anı sahneleri, elin hareket odaklı serüveni ve Naoufel’in depresif yaşantısı arasındaki geçişlerin pürüzsüzlüğü bu müzikler aracılığıyla sağlanıyor.

Kariyerini inşa ettiği kısa filmlerinden insanın dünyayla etkileşimini kafaya taktığı belli olan Clapin, bu filmde de ana karakterlerinin etraflarıyla nasıl bağ kurduğunu anlatısının merkezine yerleştiriyor. El için bu apaçık, fakat Naoufel’in çevresiyle olan ilişkisinin de çoğunlukla ses aracılığıyla kurulduğuna dikkat çekiyor yönetmen. Film boyunca gördüğümüz kayıt cihazı ve kullanılış şekli de, filmin finaliyle birlikte temasını güçlendirecek bir hale geliyor. Yine kitapta yer almayan ve Clapin tarafından eklenen diyafon sahnesi, Naoufel’in hikayesini şekillendiren bir diğer iletişimin de ses aracılığıyla kurulduğuna işaret ediyor. İzleyici olarak Naoufel ile bir anda bağ kurmuyoruz. Başlarda yalnızca ezik bir karakter olduğu için sempati duymamız beklenen Naoufel’in, hayatında eksik olan da dinlenmek aslında. Ve tıpkı karakterin takıntısı gibi, bizim kendisiyle olan bağımız da onu dinlediğimizde kurulmaya başlıyor. Yine de aşk hikayesi kılıfına bürünmüş bu takıntı, bize Naoufel’in iç dünyasını göstermeye yarayan bir araçtan fazlası değil. Filme tam bir kaybolmuşluk hissiyle başlayan karakterin özgürlüğüne kavuşmasına tanıklık etmek, izleyici olarak da bir dinginliğe erişmemizi sağlıyor sonunda.

Hearing is Seeing is Feeling: 'I Lost My Body', a Severed Hand, and a Tape Recorder – Screen Queens

Filmin ikisinin de neyi ifade ettiği ortada olan iki sembolü var: el ve sinek. İzlemeyenlerin tadını kaçırmamak için, neyi simgelediklerine değinmeyeceğim fakat ikisi arasındaki ilişkinin ve yansıtılışlarının filmin iletmek istediği mesaj açısından kritik bir önemi olduğunu belirtmeliyim. Günün sonunda film, hem bir şeyler hissettirmeyi hem de iletmek istediği mesaj üzerine düşündürmeyi başarıyor. Üstelik giderek daha az anlatıda gördüğümüz bu başarı, filmin animasyon medyumunun değerine dikkat çekmesini kolaylaştırıyor. “Animasyon sinema mıdır?” gibi saçma sapan bir tartışmanın gündemde olduğu şu günlerde, şüpheye düşen herkesi, ancak bu medyumda bu kadar etkili anlatılabilecek olan bu hikayeyi deneyimlemeye davet ediyorum.

Not: Bu yazı boyunca herhangi bir el şakası yapmamak için elimden geleni yaptım.

Meraklısına;

Filmin Yönetmeni Jeremy Clapin’in Chris Lord ve Phil Miller ile yaptığı röportaj

Filmin uyarlandığı Happy Hand kitabının yazarı Guillaume Laurant’ın Deadline’a film hakkında verdiği bir röportaj

Tuncer Haydarlar
Bilimkurgu, fantazya ve korku edebiyatı tutkunu. Sinema sever. Çizgi roman çevirmeni, editörü ve okuru. Çakma YouTuber.

42. İstanbul Film Festivali Programı Belli Oldu!

Previous article

Wes Anderson’ın yeni filminden ilk poster ve fragman yayınlandı!

Next article

You may also like

Comments

Comments are closed.