Dünya epey karışık. Hitler çıkar dostu Mussolini ile insanlara ölümü tanıtıyor. Acı ama gerçek. Düzen out, faşizm in. Biz ise ölüm tarafında durmayacağız, yancı Mussolini ve ülkesine uğrayacağız. Çünkü İtalya’da durumlar hiç iç açıcı değil. İş arayanlar metrelerce kuyruk oluşturuyor, insanlar para bulmak için evindeki eşyalarını satıyor. Durum oldukça vahim…
Bunlar Mussolini’nin umrunda değil tabii. Sinemanın da umrunda değildi. Hitler yanına UFA ve Leni Reifenstahl’ı almış Goebbels’in yönetmenliğinde propaganda filmleri çekerken, yancı Mussolini de arkasına Cinecitta’yı almış bangır bangır propoganda filmi yapıyordu. Mussolini, adını ‘beyaz telefon’ koyduğumuz göz kamaştırıcı filmlerini yaptırıyor. Hikayesinin Aşk-ı Memnu malikanelerinde, aman tadımız kaçmasın Ali Rıza bey tadında geçtiği filmler. Filmlerde her şey güzel, herkes zengin. İtalyan halkını kandırıyorlar; sanatçılar kızgın. Sinemada izledikleri filmleri sokağın hiçbir yerinde göremiyorlar çünkü. O lüks yaşamlar, zenginlik neredeydi acaba? 100 kişi 1 iş için kuyruğa giriyor, 3 kuruş için en aptalca işleri kabul ediyorlardı. İnsanlar sokakta uyuyor, Mussolini elinde şarabı ile fethedilen yerler ile böbürleniyordu.
Mussolini bu filmleri yaptırabilmek için günümüzde hala duran Cinecitta sinema stüdyolarını yaptırdı. Taraflı yönetmenlerini buraya doldurup bol bol ‘beyaz telefon’ filmi çektirdi. Halkın gözünü boyadılar. Bunu gören gerçek yönetmenler kızdılar ve isyan ettiler. Stüdyoları bir bir terk ettiler. Mazlumlar sokakta biz de sokağa çıkıyoruz dediler ve sanatlarını sokakta icra etmeye karar verip İtalyan Yeni Gerçekçiliğini insanlığa sundular. Luchino Visconti adında bir adam çıktı ve Ossesione(Tutku) adlı filmi yaptı. Akımın ilk filmi tartışması bir yana, akımın gücünün etkisi, sinema salonlarından duyuluyordu.
“Hayır! Bu İtalya değil!”
diye bağıra bağıra çıktı sinemadan filmi izlemeye gelen Mussolini. Dayanamadı filme; gerçekler ağır gelmişti ona. Ardından Roberto Rosselini’nin 1945 yapımı Roma Citta Aperta(Roma Açık Şehir) geldi. Neden olmasındı? Yönetmenler filmlerini stüdyolarda değil de doğal ortamlarda yani sokakta çekebilirlerdi. Hem de amatör oyuncularla; gerçek ışıkla. Olmuştu. Rosselini’nin ardından en çok ses getiren filmler Sciuscia(Kaldırım Çocukları, 1946), Paisa(Hemşire, 1946), Germanio Anno Zero(Almanya, Yıl Sıfır, 1948), Miracolo a Milano(Miracle in Milan, 1951) oldu. Vurucu, kalbi olan insanı yaralayan hatta olmayanı da utandıran filmler. Mussolini’nin izlemeye dayanamayacağı filmlerden; içinde zengin malikane insanlarının olmadığı, sokakta yaşayan insanların, dilenen babaların olduğu filmler. Çünkü gerçek İtalya buydu!
Sonra bir film yaptılar, günümüzde izleyeni bile ağlatmayı başardılar. Vittorio De Sica adında bir adam The Bicycle Thiefs(Bisiklet Hırsızları, 1948) adlı filmini çekti; vaziyet ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. İş kuyruklarına giren bir baba şans eseri Roma sokaklarına afiş asarak para kazanabileceği bir geçim kaynağı bulur. Yalnız işi bulduğuna sevinememişti; halbuki sevinmesi gerekiyordu, değil mi? İşi yapabilmek için bir bisiklete ihtiyacı vardı; ne yaptılar ne ettiler evdeki çarşafları sattılar, parayı denkleştirip bir bisiklet aldılar. Sonra da baba oğlu ile Roma sokaklarına doğru yol aldı. Mutlu bir şekilde işini yapmaya başladı baba. İtalya’nın bu acınası durumuna rağmen evine para getirebilecekti, çok şanslıydı. Ta ki… Kargaşa çıkana kadar. Bir kargaşa patlak verdi ve hop, bir hırsız Ricci’nin bisikletini çalıverdi. Elindeki tek işi yapabilmek için bisiklete ihtiyacı vardı. Ve acilen bulmalıydı. Roma sokaklarında oğlu ile beraber samanlıkta iğne arar gibi bisiklet aramaya başlarlar. Çaresiz kaldığınızda neler yapabileceğinizi o kadar güzel anlatmış ki Vittorio De Sica, içinizin parçalanmaması imkansız.
Sene 1952…
İtalyan Yeni Gerçekçiliği 10 senede bir sürü meyve veriyor. Sonra Vittori De Sica, Umberto D. adında bir film çekiyor. Yaşlı olduğu için iş bulamayan, evinin kirasını ödemek için kitaplarını satan, tek aşkı köpeği olan bir adamın filmi. Para kazanamayacağını, evsiz kalacağını anlayan Umberto köpeğe kötü davranarak gitmesini sağlar. Köpek gitmek istemez, sahibini bırakmaz ama en sonunda o da gider. Köpeğin gitmesiyle beraber İtalyan Yeni Gerçekçiliği de biter. 10 sene süren bu akım, dünyada birçok insanın aydınlanmasına, çoğu kişinin de yüzünün kızarmasına sebep olur. Binlerce kilometre öteden Hindistan’dan bile duyulur etkisi; Satyajit Ray gibi Hindistan sinemasının özel isimleri İtalyan Yeni Gerçekçisi olur. Kitaplar, dergiler, öğretmenler yıllarca yazıp çizer akımın tarihçesini. Hala da etkili ki bu satırları okuyorsunuz.
Çünkü İtalyan Yeni Gerçekçilik filmleri, yalana karşıydılar. Çünkü gerçekler beyaz değil siyahtır dedi bu filmler. Mussolini ve ortağo Hitler devrildi, fakat filmler devrilmedi. Mussolini’den hediye olarak: Cinecitta stüdyoları ve bir sürü dandik Beyaz Telefon filmi kaldı günümüze. Savaş bitti. İtalya’nın avrupa ile konuşacak yüzü yoktu. İtalya’yı Avrupa’da temsil edecek birini arıyorlardı ama bulamıyorlardı. Roberto Rosselini’yi çağırdılar, bir sanatçı temsil etti yenik İtalya’yı.
Ne öğrendik peki? Sinema bizimdir, sinema hep bizim olmuştur. Sinema halktır. Sinema ne kadar eğlence sektörü de olsa, her daim gerçekleri anlatma sanatıydı, her zaman da öyle kalacak. Diktatörler gelir, geçer. Gerçekleri anlatmak için uğraşan hatta bir filme yıllarını veren o güzel yönetmenler asla geçmez. Sonuç olarak İtalya’da sadece bir kazanan oldu: SİNEMA!
Yorumlar