Bir dizinin belki de yapabileceği en iyi şey seyirciyi senaryonun içerisine çekip, onun bir parçasıymış gibi hissettirebilmesidir. İlk sezonda -tekrar etmek istiyorum- sadece 8 bölümde bunu başaran The Bear, ikinci sezonda bunun üzerine ne koymuş gelin hep beraber bakalım.
“Dizinin her unsuru, bir yemeğin malzemelerini andırıyor ve birbirleriyle muhteşem bir uyumları var.”
Öncelikle bu dizide tek bir unsurun öne çıkıp parladığını, diziyi bunun taşıdığını düşünenlerden değilim. Bu dizi tıpkı bir mutfak gibi, üst düzey ve sofistike bir ekip işinin ürünü ve bu ürünün aromasını sağlayan kişi ne tek başına başrolümüz Jeremy Allen White ne de yönetmen, senarist ve yapımcı Christopher Storer. Onların elbette katkısı ekibin diğer kalanından çok daha net ve güçlü gözüküyor olabilir ama ‘dizi sektörünün fine dining’ini yaratmada tek başlarına yeterli olmayacakları kesin. Bu durum ikinci sezonda da devam ediyor hatta geçen sezonda çözülen bazı meselelerin üzerine görüyoruz ki, dizi ana karakterin ekran süresini ciddi manada kısmış gibi gözükmesine rağmen derinliğinden hiçbir şey kaybetmiyor, bir de üstüne diğer karakterlerin derinlerine inmeye başlıyor.
İkinci sezonlar beni her zaman korkutur, bir dizi çok sevildiğinde ısmarlama bir iş olarak gelmesi ve sevdiğim dizinin kendisinin acınası bir parodisine dönüşmesi korkusu kaplar beni. Açıkçası The Bear’ın geçen sezon finalinden sonra birden fazla sezona yayılmış şekilde planlanan bir hikayesi olacağını anlamıştık ama, bu korku yine beni buldu. Tecrübeyle sabit olan bu korku ile tek umut ettiğim şey ilk sezonda çok sevdiğim, çok sempatik bulduğum ancak tam manasıyla hayatlarına inemediğimiz karakterleri daha çok görmek, daha çok tanımak ve dizinin ana fikrine odaklanmak: The Bear!
“Ufak performanslar bu dizinin garnitürü ve süsü, her bir öge birbirini destekleyecek şekilde tasarlanmış muhteşem bir tabak.”
Eh, bu dizi az önce yukarda saydığım her şeyi başardı ve korkumun gereksiz olduğunu bana kanıtladı. İkinci sezonda tam manasıyla Carmy’e (evet, yazı ilerledikçe samimiyet seviyem artıyor.) odaklandığımız bölüm sayısı bir veya iki. Onun dışındaki bölümler ya belirli tekil yan karakterleri ya da mutfağın ve ailenin kendisini ana odağına alan bölümlerden oluşuyor.
Tam bu noktada bir nefes alma molası verip ikinci sezonun açık ara en iyi bölümlerinde, hiç beklemediğiniz anda ortaya çıkan konuk oyuncuları övmek istiyorum. Kimler olduğunu hala izlemeyenler için söylemek istemiyorum ama uzun zamandır gördüğüm en iyi konuk oyuncu performansları izlediğimden eminim. Spesifik olmak gerekirse, “Honeydew” bölümündeki konuk oyuncu performansı neredeyse kusursuzdu ve aslında çok da beğenmediğim bir aktör, beni kendisine hayran bıraktı. Kendi açıklamalarında öğrendiğimiz kadarıyla da dizide bulunmayı bizzat kendisi istemiş, role hazırlanırken tıpkı kemik kadrodaki her bir oyuncu gibi aşçılık okuluna gitmiş ve Londra’da üç farklı restoranda çalışmış. İşte ben buna tutku işi derim!
Dizinin ikinci sezonu geçen sezonun tam bıraktığı yerden, ana karakterimizin kardeşi Michael’ın (Jon Berthal) intiharı sonrası devraldığı derme çatma büfeden hallice mekanı bir fine dining restoranına dönüştürmek için bildiğimiz ve sevdiğimiz Jimmy Amca’dan borç almasıyla başlıyor ve olaylar gelişiyor. Bu noktada dizi restoranın açılmaya hazır hale getirilişini sezon boyunca yavaş yavaş, adeta ilmek ilmek örerek anlatıyor bizlere. Bu aslında çok tanıdık bir “from underdog to top dog” hikayesi olan bir basketbol takımını andırıyor. Ekip ikinci sezonda öyle bir noktada başlıyor ki, açıkçası bir noktada gerçekten başarıp başaramayacaklarını sorgulamadım değil.
“Ustam şunun tarifini anlat da biz de yapalım!”
Dizinin sosu mahiyetinde bahsedebileceğim, kurgusu. Dizinin bütçesinin artmasıyla beraber çok daha geniş planlar, dış çekimler kullanılmaya başlansa da ilk sezondaki o yakın yüz planı çekimleri, doğal hissettiren planlar korunmaya devam etmiş. Bu nedenle dizi kendi iyi yaptığı şeyleri tutmaya devam edip, kendini bu aşamada da geliştirmiş demek mümkün.
Dizinin kurgucusu Joanna Naugle, öncesinde de Storer ile çalışmış ve açıkça birbirlerini anlayan bir ikili. Kendilerinin açıklamalarında bu dizi için, diğer yaptıkları dizilere kıyasla, çok daha fazla ortam sesi kullandıklarını ve bir mutfak ambiyansı yaratmak istediklerini belirtmişler. Bu da benim başta verdiğim “dizi sizi bir parçası gibi hissetirmek istiyor” savını vermemin ana sebeplerinden biri. Bunların haricinde epey bir teknik detay da vermişler lakin bunları bir başkasına anlatacak kadar iyi bilmediğimden, bu yazıda onlardan bahsetmeyeceğim.
Biraz da gerçekler…
Son olarak yazıyı hoş olmayan bir istatistik ile bitirmeyi tercih ettim çünkü bu dizinin mutfak emekçilerinin yaşadığı zorlukları abartarak anlattığını düşünen insanlar gördüm. İşçi sendikası olan Unite’ın yaptığı bir araştırmaya göre şeflerin %27’si ciddi alkol problemi yaşıyor. Sorun sadece bu da değil, şefler arasında uyuşturucu kullanımı ve bağımlılığı da uzun çalışma saatleri ve stresli çalışma koşulları sebebiyle hiç beklemediğiniz düzeyde fazla olduğu sonucu çıkıyor.
Aynı sendikanın 2017’de yaptığı araştırmada mutfakta çalışan işçilerin %51’nin depresyonla baş ettiğini ve intihara meyilli olduğunu, 30 yaşından sonra tükenmişlik sendromu ile baş etmeye çalıştıklarını gösteriyor. Kısaca anlatmak istediğim, The Bear’ı “gerçekçi bulmadığımız” için eleştirebiliriz; lakin dizinin abartıp olmayan bir durumu var gibi göstermiş olduğu için değil, çok yaygın olan bu sorunu gereğinden az gösterdiği için eleştirebiliriz.
Yorumlar