Her şey başlamadan önce;
İlk filmi ülkemizde Amerika’dan 1 ay sonra vizyona girmiş serinin son halkasının, bizde 2 gün önce vizyona girecek olması güzel bir haber. 10 sene gibi kısa bir sürede, daha önce kişiliği ve karizmasıyla gönlümüzde taht kurmuş Keanu Reeves’in düşüşte olan kariyeri, John Wick ile hak ettiği yere geri dönmüştü.
Filmin vizyona girişinden önceki yapım sürecini varsayarak yola çıktığımızda yazar Derek Kolstad, kendisinin bile henüz farkına varamadığı canlı ve derinlikli bir suikastçi evreni yaratıyordu. Lise 2’de olduğum dönemde ilk film üzerinde dönen muhabbetleri, filmi izleyebilen azınlığın kulaktan kulağa John Wick’i nasıl yaydığını, ülkemizde nasıl popüler hale geldiğini çok net şekilde hatırlıyorum. Her devam filminde üstüne ekleye ekleye giden bu adrenalin bombası, geniş bir evrenin kapılarını aralamaya devam ediyor.
Bildiği ve en iyi yaptığı tek işten emekli olup, aşık olduğu kadınla evlenerek huzurlu bir yaşam sürdüren John’un hayatı, karısının ölümünün ardından eskiye dönmek üzereydi. Kaybettiği eşinden gelen köpeğinin, ertesi günü evine giren hırsızlar tarafından öldürülmesi ve çok sevdiği arabasının çalınması bu hikayenin başlangıcıydı. Film, sessiz bir cenazeyle başlıyordu. Çok seven sadık bir adam, bize hiçbirimizin geçmişini geride bırakamayacak olduğunun dersini verecek, önüne çıkan herkesi öldürecekti.
Chapter 4, peşisıra gelen devam filmlerinin bittiği noktaların hemen ardından başlayarak bizi durmak bilmeyen bir aksiyonun ve uzun bekleyişlerin ortasına atıyor. Her bölümde eklediği yeni karakterler, yeni dövüş stilleri, birbirine benzeyen senaryoların harmanıyla bir üst seviyeye çıkmayı tekrar başarıyor.
Keanu Reeves, Ian McShane, Laurence Fishburne ve daha birkaç gün önce kaybettiğimiz Lance Reddick’in yanısıra 4. filmde bizleri dövüş sanatlarında ustalaşmış, bu evrendeki ilk görünümleriyle Donnie Yen (IP Man), Hiroyuki Sanada (The Twilight Samurai, Bullet Train), Scott Adkins (Undisputed 2) gibi güçlü isimler karşılıyor. Bill Skarsgard (IT, Barbarian) ise son filmimizin saldırgan ana kötüsü Marquis de Gramont rolünde filmdeki yerini alıyor.
Seriye yeni eklenen karakterler, dövüş sanatları ve film üzerine;
Keanu Reeves’in; Brazilian Jiu-Jitsu, Judo, Muay Thai ve Karate gibi çeşitli dövüş sanatlarına ilgisini ve neredeyse hiç dublör kullanmadığını, John’un ise bunların hepsine hakim kendine has bir dövüş ve adam öldürme stillerine sahip olduğunu biliyoruz. Bu bütün filmlere o kadar güzel yedirildi ki, sadece silahla değil kalemle, hatta bir kitapla bile öldürebildiğini bize çok net bir şekilde gösterdiler. Yeni eklenen karakterlerimizden Donnie Yen’in canlandırdığı Caine; Yen’in de usta olduğu Wushu, Tekvando gibi çeşitli stilleri bir araya getirmiş, görme engelli bir karaktere has, sadece ona ait hissettiren bir tat yakalarken ikinci izleyişten sonra emin bir şekilde söyleyebilirim, filmin en büyük yıldızı ta kendisi. Scott Adkins’in iriyarı ve oldukça komik karakteri, hakim olduğu judo ve kickboksla harmanlanmış ve Baba Yaga ile olan dövüşlerinde ağırlığını hissettirebilmiş. Hiroyuki Sanada ise yine babacan rolü ve ustası olduğu konuda diğer filmlerde de yaptığı gibi hünerlerini sergilemeye devam etmiş.
Bunca dövüş ustası ve koreografın bir araya gelip öncesinde gerçekten iyi bir aksiyon filmi yönetmeyi başarabildiğini gördüğümüz Chad Stahelski, bizi yine şaşırtmıyor ve şiddetin dozunu aşıran bir John Wick ile daha karşımıza çıkıyor.
İki farklı deneyim üzerinde film kıyaslaması;
Filmin neredeyse 3 saat kadar uzun bir süreye sahip olması sebebiyle giriş kısmının uzun tutulduğunu düşünürken ikinci izleyişten sonra ara verilmemesi sebebiyle de bir bütün olarak filmin genelinin çok iyi olduğu kanısına vardım. Ara ara ama uzun ve sağlam aksiyona girilerek bütün süresi boyunca seyirciyi koltuğa mıhlıyor, çok az nefes aldırıyor. Osaka Oteli Katliamı, harabe bir mülkün içinden kuşbakışı aksiyon çekimi, sıkılan her kurşuna ve havada uçuşan her yumruğa uygun ritimli müzikleri, western filmlerini ve Barry Lyndon’ı andıran düello sahnesi derken bütün bunlar izleyiciye geçmekte hiç zorlanmıyor.
John Wick 4’ün kurgusu bütün bu sahnelere ve karşı karşıya gelişlere çok uygun ilerliyor. Filmin bizi atmosferinin içine sokması çok da uzun sürmüyor. Kendisi ile dalga geçerek oluşturduğu mizah, karakterlerin kendine has özel diyalogları yer yer güldürüyor ve yakınlık kurmayı başarıyor fakat bazıları da karikatür olarak duruyor.
Peki John Wick 4 gerçekten serinin en iyi filmi mi?
Filmi ikinci kez izlemeden önce bu film için ”Maalesef serinin en iyisi değil. En iyisi benim nazarımda, 2. filmdir, ardından 1 gelir, sonra da bu film. 3.’den kesinlikle daha iyi.” yazmıştım. Bu güzellik, 2 ve 1. filmin arasında ikinci filmden hemen sonra görmemiz gereken bir harikaymış.
Kısacası John Wick 4, insanların sinemaya giderek aksiyonun doruklarına ulaşacağı, uzun süresine rağmen seyircisinin odağını diri tutan, yılın beyazperdede görülmeyi en hak eden filmlerinden.
Daha iyi filmlerde sinemada görüşmek üzere.
Yorumlar