Sinema tarihi boyunca tetikçiler, her zaman ilgi çeken ve heyecan verici bir karakter arketipi olmuştur. Bu ikonik figür, genellikle karmaşık bir ahlaki çatışma içinde, gölgeler arasında gezinen ve karanlık bir dünyada yaşayan bir anti-kahraman olarak çizilir. Bu yılın bu tanımlara uyan tetikçi filmlerinden biri ise Knox Goes Away.
Michael Keaton‘ın başrolünde olduğu Knox Goes Away aynı zamanda yönetmenliğini yaptığı ikinci filmi. Filmde ender görülen ve agresif bir demans türü teşhisi konulan inatçı bir tetikçi anlatılıyor. Bu tetikçinin hastalığı o kadar ağır ki kendisine bu teşhis konulduğunda, işlerini düzene sokmak için yalnızca birkaç haftası kaldığı söyleniyor.
Ağır İlerleyen Bir Senaryo
Pek çok tetikçi filminin aksine, aksiyonu az diyaloğu fazla bir film Knox Goes Away. Senarist Gregory Poirier, senaryoyu metodik ve sessiz bir şekilde inşa etmiş. Yine de birkaç kafa karıştırıcı, “ters köşe” hikâye ile filmin gerilimi yukarıda tutuluyor.
Knox Goes Away’de olaylar yedi haftada gerçekleşiyor. Başkarakter Knox, anti-kahraman olarak tanımlanıyor. Knox, olağandışı derecede zeki, dikkatli ve hatta takıntılı bir şekilde “prensipli” bir karakter. Sakin oluşu ve sessiz tavırları alışılmışın dışında birisi olduğunun göstergesi. Bu hali beklenmedik riskleri olağanüstü zekâsıyla çözmesine yarıyor. Yine de son işi ters gittiğinde ve suç ortakları patlama alanını kuşatmaya karar verdiklerinde, emeklilik planını hızlandırması gerekiyor. Bu sırada uzun zamandır görmediği oğlu (James Marsden), kendi acil durumunu çözmek için yardım istiyor.
Miles, kızına saldıran bir adamı öldürdükten sonra kanlar içinde babasının kapısına dayanır. Bu durum, teorik olarak, Knox’un ölümcül teşhisi ışığında hayatını yeniden değerlendirmesi için bir fırsat sunuyor gibi görünse de film bu potansiyeli maalesef kullanamıyor. Keaton ve Marsden arasındaki sahneler az ve etkisiz kalarak babasının iç dünyasını daha derinden keşfetmek için büyük fırsatlar kaçırılıyor.
Keaton ayrıca, hatırlamak için eski bir dostundan (Al Pacino) yardım isteyen Knox karakteriyle bir aldatmaca planı yürürlüğe koyuyor ancak film, bu dönüşün öngörülebilirliği ile seyirciyi hayal kırıklığına uğratıyor. İlk 45 dakikada gizem unsuru büyük ölçüde kayboluyor.
Suzy Nakamura‘nın canlandırdığı dedektif karakteri, filmin sakin temposuna hoş bir tezat oluşturuyor. Ancak yine de, Knox hakkında öğrendiğimizden daha fazlasını Nakamura‘nın karakterinin kişisel geçmişi hakkında öğreniyoruz. Bu da filmde yer yer rastlanan kültürel özgüllük unsurlarının yarattığı dengesizliği artırıyor.
Senaryoya Paralel Bir Teknik
Görüntü yönetmeni Marshall Adams çoğunlukla sabit çerçeveler kullanmış. Bunun hikâyenin durağan senaryosuyla doğrudan ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Hazırlanan çerçevelerde oyuncuların ve nesnelerin yerleştirilmesi de son derece olağan ve hatta basit. Bu da yine bir seri katil filmi için alışılmışın dışında bir durum.
Filmde iç mekan sahnelerinin çoğunlukla karanlık, dış mekan sahnelerinin ise neredeyse tamamı sıcak renklerin ağırlıkta olduğu bir görsel düzenleme tercih edilmiş. Bu da yine hikâyede belirgin bir şekilde olmayan çatışmanın yaşatılmaya çalışılması gibi görünüyor.
Benzer Temalar, Sabır İsteyen Filmler
Knox Goes Away’in, Michael Keaton‘ın 2009’da çektiği benzer tonlardaki ilk filmi The Merry Gentleman’dan da izler taşıdığını söylemek mümkün. Hem Al Pacino’nun hem de Suzy Nakamura‘nın, küçük ama önemli rollerde son derece doğal bir performans sergilediği bir film izliyoruz.
Knox Goes Away’in zorlayıcı ve sabır isteyen temposuna rağmen seri katil filmleri sevenlerin ilgisini çekeceğinden eminim.
Can Ahmet Çelik‘ın diğer yazılarına bakmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Twitter, Instagram, Discord ve Letterboxd aracılığıyla takip etmek için tıklayınız.
Yorumlar