0

Edgar Wright’ı Cornetto üçlemesinin başından beri imrenerek takip eden ve filmlerini, kariyerini detaylıca yazmış biriyim. Çok uzun bir süredir kendisinin geleceğin en önemli yönetmenlerinden biri olacağını söylüyorum. Baby Driver sonrası, kendisine olan inancımda ne kadar haklı olduğuma kanaat getirmiştim. Fakat Last Night in Soho, kendisine olan saygımı arşa çıkardı. 2021 yılının açık ara en iyi filmine imza atan yönetmen son yıllarda unutulamayacak bir klasiği de hayatımıza kazandırdı diyebilirim.

Kısaca konusuna değinelim… Eloise, moda tasarımcısı olmak için kendi kasabasından ayrılarak Londra’ya gelir. Hayatı boyunca görece daha sakin bir hayat yaşayan Eloise, büyük bir aşkla geldiği dünya şehri Londra’nın hiç de öyle nostaljik hayallerindeki gibi olmadığını farkeder. Zamanla da şehir ona dar gelmeye başlar. Odaklanma sorunu yaşamaya başlayan Eloise’in her şeyden uzaklaşma şansı bulduğu tek yer artık vintage odasıdır. Bu odada kurduğu rüyalarında hayallerini kurduğu nostaljik Londra gecelerine açılan Eloise, zamanla rüyalarının sadece rüya olmadığını, 60’larda tıpkı onun gibi hayalleri olan bir kadının hayatına gözlemci olarak katıldığını farkeder.

Absürd ve Kurgu: Edgar Wright

Öncelikle filme teknik olarak yaklaşmak istiyorum. Film, Cornetto üçlemesinden beri sinemayı teknik anlamda yeniliğe sürükleyen Edgar Wright’ın eseri olduğunu çok belli ediyor. Konu tercihinden işleyişine, karakter dizaynında kurgusal dokunuşlara kadar tam anlamıyla bir Edgar Wright filmi. Baby Driver, teknik anlamda rüştünü ıspatladığı bir filmdi. Fakat Last Night in Soho ile görüyoruz ki yönetmenin cephanesi hala dolu. Özellikle Sandy’nin Jack ile tanıştığı ilk gecenin koreografisi tüyleri diken diken eden cinstendi. Ayna/Gerçek ilişkisi, karakterler arası geçiş, danslar, sahne tasarımı baştan aşağı mükemmellik kokuyor.

Birçoğumuz, geride bıraktığımız zamanların hatta hiç yaşamadığımız dönemlerin özlemi ve merakı ile yaşıyoruz. Özendiğimiz birçok şeyi nostalji adını verdiğimiz duygudan alıyoruz. Fakat nostalji dediğimiz şey, başarılı bir makyaj gibidir. Gerçekleri göstermez. Eloise, büyük umutlarla ve nostalji aşkıyla geldiği Londra’da, hayalini kurduğu gibi bir yaşamla karşılaşmıyor. Aynı şekilde rüyalarında ziyaret ettiği eski Londra’nın da sadece makyajlı kısmını gördüğünü farkediyor. Burası filmin anlatmak istediği nokta işte. Hayalini kurduğumuz nostaljik zamanların arkasındaki gerçek aslında şuan içinde olduğumuz dünyanın çok daha modern ve kabul edilebilir olduğunu ortaya koyuyor. Dünyanın yıldan yıla çok daha iyi bir hale gittiğini rakamsal olarak görsek de nostalji bize, eskilerin her daim çok daha iyi olduğu yanılgısı yaratıyor.

Eloise, sadece Sandy’nin dibe doğru gitmekte olan hayatından dolayı değil aynı zamanda uğradığı nostalji hayal kırıklığının da acısıyla mücadele ediyor. Ömrünü adadığı “gerçek” aslında devasa bir sahtekarlıktan ibaret. Aslında burada Eloise, biziz; yani seyirci. Twist yapan erkek ve kadın partilerinin arkasındaki erkek şiddetini hep görmezden gelen bizler. Eskitme video ve fotoğraflarda gördüğümüz o keyfi, Elvis ile dans eden mutlu insanların gerçeklerini maalesef hep atlıyoruz; çünkü o dünyayı yaşamadık. Zamanda geriye gidemeyeceğimiz için de yaşayamayacağız. Hal bu sebeple uzaktan davulun sesi güzel gelir diyerek güzel bir müzik çalındığını zannetsek de, gerçekler, bu filmdeki kadar acı maalesef.

Filmin, anlatısı da kurgususu da çekimleri de şahane, evet. Fakat filmi, başarılı kılan yegane şey, türler arası degrade geçişini başarılı yapması. Bir gençlik filmi olarak başlayan hikaye ardından bizi kısa süreliğine nostaljik bir Londra turuna çıkarıyor. Fakat ardından turu bize zehir edip bir şiddet hikayesine, sonra psikolojik bir boğuşmaya ve en sonunda da incelikle işlenmiş bir cinayet hikayesine dönüşüyor. İçinde bir çok tür olmasına rağmen bu geçişler hiçbir şekilde sırıtmıyor. Ve gerilim, zamanla öyle bir artıyor ki, filmin sonunu parmaklarımın ucunda tamamladığını bitene kadar farketmedim.

Film, gerilim sevenler için ganimet gibi. Bir nostalji yolcuğu olarak başlayan film zamanla Zulawski’nin Possession filmine dönüşüyor. Gerçek ile düşü karıştırmaya başlıyor, Eloise gibi paniklemeye başlıyorsunuz. Dans pistlerinde aldığınız tüm keyif dakikalar ilerledikçe size zehir oluyor; gerçeklerle yüzleşiyorsunuz. Edgar Wright, Cornetto üçlemesinden beri İngiliz toplumunu eleştiren filmler yapıyor. Büyük resimde komedi filmleri gibi dursalar da boya darbelerine yakından baktığınızda anlatmak istediğini görebilirsiniz. Fakat Soho, Cornetto üçlemesine nazaran çok daha açık bir şekilde eleştirisini dile getiriyor ve eleştirisinin cezasını da düşüncelerinize bırakmadan kendi kesiyor.

10

Valerii Ege Deshevykh
Ukrainian Creative Director | Motion Picture Writer | Horror Freak

American Crime Story: Impeachment

Previous article

Yalanlar Suyun Yüzeyine Çıkınca: I Know What You Did Last Summer

Next article

Yorumlar

Yorumlar kapatıldı.

You may also like