Ridley Scott. Benim için dünyada bu ismin çağrıştırdığı anlam bakımından ikinci bir yönetmen yok desem, yalan söylemiş olmam. Küçük yaştan Alien (1979) ve Blade Runner (1982) ile beni bilimkurguya aşık etmiş, ufkumu genişleten bu yönetmen sayesinde sinemaya merak saldım. Hayatımın her noktasında -her zaman beğenmesem bile- üzerine düşündüğüm bir Ridley Scott filmi olmuştur. İşte hayatımın bu döneminde de o film Napoleon.
Vive L’Empereur! Vive L’Empereur!
İki Ucu Keskin Kılıç
Anlatılacak çok şey var ve nereden girmem gerektiğinden emin değilim. Ridley Scott istediğinde (ya da yapabildiğinde) türünün en iyi örneklerine imza atabiliyor, istemediğinde sizi filmin bitmesi için yalvartacak noktaya getiriyor. İnsanın en sevdiği yönetmenlerden biri için bunu demesi, bazılarına abes kaçabilir. Bu bağlamda kendisi iki ucu keskin bir kılıç ve bu kılıç bu sefer bizi kesti.
Napoleon, izleyiciye 2 saat 38 dakikalık bir koşuşturma izletiyor. Her şey o kadar hızlı gelişiyor ki dünyaca ünlü Fransız yönetmen Abel Gance‘in 1927 yılı yapımı 5 saat 30 dakikalık sessiz/epik filmi Napoleon vu par Abel Gance‘yi neden 6 filmlik bir seri olarak düşündüğünü daha iyi anlıyorsunuz. Filmin bu yapısı, birçok sorunu beraberinde de getiriyor.
Varolmayan Bir Romantizm
Ödüllü oyuncu Joaquin Phoenix‘in Napoleon Bonaparte rolünü üstlendiği ve filmde karakter namına bahsi geçilebilecek tek kişi olan Vanessa Kirby‘nin can verdiği Joséphine de Beauharnais, gerçek hayattakine yakın şekilde toksik aşıklar şekilde resmedilmeye çalışılmış. Filmin, ilişkilerini odak noktasına koymasına karşın pek bir bilgi vermemesi ise sadece büyük koca bir eksi olarak kalıyor. İlişkideki toksiklik ve takıntılı olma durumu gırla, fakat romantizmden eser yok!
Filmde karikatürize edilen tek şey bu değil. 24 yaşında Toulon Kuşatması’na katılan, paraya ve şöhrete aç Napoleon¹ ile 47 yaşında biricik Fransa’sına geri dönen Napoleon arasında hiçbir karakter gelişimi yok. Bu tercihi ben anlamlandıramadım, yönetmen bunu yaparak karakterle ilgili her ne düşünmemizi istediyse, bunu yapmanın daha iyi yolu yok muydu? Tek sorun bu da değil üstelik. Napoleon’un hiç değişmeyen bazen çocuksu, bazen soğukkanlı; çokça toksik kişiliği kesinlikle empati kurulabilir değil. Eğer epik bir anlatıysa amaç, ana karakterin empati kurulamayacak kadar tanrısal bir tezahür içinde olması beklenebilir bir durum. Bu filmde böyle bir epik anlatı mevcut değil ne yazık ki.
İyi Olduğu Tarafların Farkında Değil
Film teknik açıdan neredeyse kusursuz. Renk paletleri her sahnede göz alıyor. Ortada devrimsel bir şey yok elbette, böyle bir beklenti oluşmasın. Savaş sahneleri çok görkemli ve gerçekçi. İlerleyen yıllarda tekrar tekrar izleyeceğim Austerlitz Muharebesi ve Borodino Muharebesi tam anlamıyla göz kamaştırıcı. Waterloo Muharebesi ise, olması gerektiği gibi, çaresizliği ve yıkılışı başarılı şekilde veriyor. Bu sebeple bu sahnelerdeki Napoleon’u bir başkası yazmış gibi adeta. Gerçek bir lider ve komutan gibi davranıyor; savaş alanına tamamen hakim, uzaktan yönetiyor ve verdiği kararları görüyoruz. Bu da oldukça gerçekçi bir portre, ayrıca birçok yönetmen hala komutanların bizzat savaşa girdiği dramatik sahneler çekmekte. Onların fantezileri bir kenara dursun, antik çağlardan beri böyle bir durum söz konusu değil. Dahası, bir komutanın ölmesi demek savaşın mutlak yenilgisi anlamına gelir.
Savaş sahneleri o kadar başarılı çekilmiş ki, filmin geri kalan kısmı bu sahnelere ekleme gibi duruyor. Bu da bilinçli seyircinin sinirini bozuyor sadece. Filmin çok ufak kısmını oluşturan savaş sahneleri, filmin senaryosuyla ilgili söylenebilecek tek iyi şey. Bunu bu kadar iyi yapabiliyorken, 60 savaşta bulunmuş olan Napoleon’un filminde daha fazla savaş sahnesi görmemek elimdeki ile yetinmeme değil, öfkelenmeme sebep oldu.
Heyecan Unsuru Saçmalamak Üzerine
Film boyunca giderek artan bir utanç ve öfke ile karışık hayal kırıklığı alıyor insanı. Tam olarak ne olduğuna da karar veremeyen, kafası karışık bir film Napoleon. Bu da onun altındaki en temel sorunu ortaya çıkarıyor: tarihi hatalar. Örneğin, fragmanlar yayınlandığından beri, Napoleon’un Mısır’daki Giza Piramitleri’ne ateş açması büyük bir tartışmaya sebep oldu. Fransız medyası ayaklandı, Ridley Scott onlara cevap verdi; tarihçiler eleştirdi, yönetmen onlarla da atıştı.
Yönetmenin konuyla ilgili açıklaması “Napoleon’un Mısır’ı aldığını en hızlı böyle gösterebilirdim.” oldu. Bu doğru. Gerçekten çok hızlı göstermiş. Buradaki sorun şu ki, bunu göstermeyip yerine odaklandığı şeyler, en kibar tabiriyle, saçmalıktan ibaret. Sanattan uzak, karakter gelişimine ve tarihsel gerçekliğe bir hakaret. Konuyla ilgili:
Yan yana yaşayacağımız insanlar Müslümanlardır; onların temel inancı “Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun peygamberidir.” Bu inançlarına karşı çıkmayın; Yahudilere ve İtalyanlara nasıl davrandıysanız, onlara da öyle davranın. Roma lejyonları her türlü dini korurdu. Burada Avrupa’dan farklı adetler bulacaksınız; onlara alışmalısınız. Gideceğimiz yerdeki insanlar, kadınlara bizden farklı davranırlar; ancak her ülkede birini ihlal eden bir canavar olarak kabul edilir. Yağmalama sadece birkaç kişiyi zenginleştirir; bizi rezil eder, kaynaklarımızı yok eder ve dostlarımız olmaları için çıkarımıza uygun olan insanları düşman yapar. Karşılaşacağımız ilk şehir Büyük İskender tarafından inşa edilmiştir. Her adımda, Fransızlar’ın öykülenmeye değer büyük kalıntılar bulacağız.²
Burada kızılması gereken nokta, Ridley Scott‘ın muhafazakar bir taraftan bu filmi çekmiş olması. Buna karşılık haklı şekilde bir karşı tepki aldığında, tuhaf bir savunmaya geçiyor olması. Bu tepkiyi de bu nedenle kimsenin tarihindeki bir diktatörü aklamaya çalışması olarak görmüyorum. Doğrusu yönetmeni bu filmde bir karakter temsil ediyorsa bu karakter Napoleon’un karşısında kontrolünü kaybettiği Britanya Büyükelçisi’ydi.
Bu hususta değinilmesi gereken son konu da, bahsettiğim gibi, bu tarihi hataların birikerek bir yığına dönüşmesi ve geriye dönemden ya da Napoleon’dan bir şey kalmaması aslında. Karakter kendisinden o kadar uzaklaşmış ki, sonucunda filmin gerçekliğinden birçok kez koptum.
Ne Yanlış Gitti?
Her şeye rağmen Napoleon Bonaparte’ın hayatı gerçekten anlatılmaya değer bir hikaye. Joséphine, bu hikayenin çok önemli bir parçası. Napoleon onu gerçekten çok sevdi. Filmde bu kadar odak nokta olması gerekmiyordu fikrimce. Bu şekilde karakter bir külfetten öteye gidemiyor. Bu da büyük bir kopukluk oluşturuyor.
İkisi arasında geçen gerçekten romantizmin ön planda olduğu bir filmi izlemek isterim ancak Napoleon özelinde planlanmış bir film için bu süre çok fazla. belki de gerçekten Abel Gance haklıdır. Bizim ihtiyacımız olan şey, Napoleon için yüksek bütçeli bir film serisidir. Keza bu film serisinin yakın zamanda gelmeyeceğinden kendi adına emin oldum.
Tek bir şeye ihtiyacım var: zafere.³
–Napoléon Bonaparte
Kaynakça
¹ Harvey, Robert. The War of Wars (London: Constable, 2006)
² Collection generale et complète de lettres proclamations… de Napoléon le Grand: Volume 1
³ Roberts, Andrew. Napoleon: A Life (Viking Press, 2014) s. 411
Uğurcan Çağlayan‘ın diğer yazılarına bakmak için buraya tıklayınız.
Bizi Twitter, Instagram, Discord ve Letterboxd aracılığıyla takip edebilirsiniz.
The Hunger Games: The Ballad of Songbirds & Snakes: Geçmişe Dönüş
Yorumlar