0

Hayatının koca bir bölümünü kalbi klasik tiyatro ile atan bir ülkede geçirmiş biri olarak herhangi bir National Theater oyunu izlediğimde, Green Mile’da sinema perdesine şaşkınlıkla bakan John Coffey gibi oluyorum. Kendi ceplerinden ödedikleri In-Your-Face tiyatrolarda sanat icra etmeye çalışan gençler ve herhangi bir yeniliğe tümüyle uzak klasik devlet tiyatrosunu ezberledikten sonra sahnede ateş yakılması ya da yağmur yağması bir mucize gibi duruyor. Sizler, belki bu tarz tiyatrolara alışkınsınızdır lakin ben değilim ve hayranlığımı dışa vurmak için de bu eleştiri yazısını yazıyorum.

Kısaca konuya değinelim… Danny Boyle’un yönetmenliğini yaptığı ve Benedict Cumberbatch ile Jonny Lee Miller’ın başrolünde olduğu Frankenstein , filmlerde gördüğümüz klasik yaratım sürecini tamamen bir köşeye atıp doğum sonrası sancılara odaklanıyor. Kendinin dahi ne olduğunu bilmeyen bir adam tanımlamakta zorlandığı bir dünyaya doğar ve bu garip gezegeni tüm güzellikleri ve iğrençlikleri ile anlamaya çalışır. Öğrenmeye ve sevmeye olan açlığını keşfeden isimsiz yaratığımız en sonunda da yaratıcısına geri döner.

Tiyatroda klasik konular sürekli işlenir. Lakin günümüzde bu konulara artık farklı bakış açıları getiriliyor. Klasik bir Franskestein hikayesi, doktorun yaratım sürecine odaklanırken Danny Boyle’un oyunu yaşam mücadelesine odaklanıyor. Farklı bakış açılarından biri de Jonny Lee Miller ile Benedict Cumberbatch’in her oyunda rolleri değiştirmesi. Birgün biri doktor olurken öbürü yaratığı canlandırıyor. Ben, Lee Miller’ın versiyonuna denk geldim. Tabii ki merakıma yenik düşüp Benedict’in versiyonuna da göz attım. Bu konuda da yazacağım.

“…Belki de birçok oyuncunun yaşamak istediği ama yaşayamadığı gerçeklik hissini veriyor.”

National Theater’ın imkanları gerçekten hayret verici. 50 koltuklu daracık, köhne köşelerde neredeyse hiçbir şeyle oynanan oyunları yıllarca izledikten sonra sahnede yaptıklarını görünce şaşırmamak elde değil. Çim sahne, yukarıdan inen ev, ateş yakılması, yağmur yağması, eğik yatak odası ve dağlık alanlar. Oyunu takip ederken neyin nereden çıktığını bile bazen farkedemedim. Sahip oldukları imkanlara şaşırmak bir tarafa bu imkanların oyunculara katacağı gerçekçilik hissini düşündükçe çıkan oyunun kalitesine de bir o kadar şaşırmıyorsunuz. Lee Miller’ın ıslandıktan sonra ıslak çimler üzerinde pelerinini kirletmiş olması, belki de birçok oyuncunun yaşamak istediği ama yaşayamadığı gerçeklik hissini veriyor.

Daha oyunun başında Lee Miller, kimlik arayışı içine girecek yaratığı ne kadar iyi canlandıracağının garantisini veriyor. Doğum anı ve sancılarında oyunculuk üst düzey bir adanmışlık. Lee Miller’ın oyun boyunca tükürerek konuşması ve bu tükürükleri –tahminimce- arkada bile silmemiş olması da ayrı bir gerçekçilik katıyor. Özellikle konuşmayı söktüğü bölümler izlemesi en keyifli kısımlar. İyiliği ve kötülüğü aynı anda tatması ama aklında sadece kötülüğün fiziksel acısının kalması, Danny Boyle’un Marry Shelley’i ne kadar doğru okuduğunu gösteriyor. Birçoklarının gözden kaçırdığı bir alt metin olan “sevgi”, Frankenstein ’ın her daim temel unsuruydu. Sevgisizliğin ve dışlanmışlığın oluşturduğu kaosu ise oyun acı bir şekilde aktarıyor.

Lee Miller’ın harika oyunculuğunu izledikten sonra acaba Benedict’in nasıl bir yaratık olduğunu merak ederek bir göz attım. Tam da tahmin ettiğim gibi, ne kadar muhteşem bir oyuncu olsa da kendisinden olmayacak bir şeyi zorladığını gördüm. Fikir olarak her gün farklı roller oynamaları ne kadar fevkalade olsa da Lee Miller’ın yaratık performansı, uzun yıllar unutulmayacak kadar başarılı bir performans.

Oyunun ciddiyetini ve mizahi kısmını doğru bir şekilde kaynaştırdığını düşünüyorum. Gerektiği yerde güldürürken, gerektiği yerde de heyecanı ve korkuyu yükseltiyor. Özellikle Frankestein’ın “dünya yuvarlak mı?” sorusuna yaratığın “Ee tabii ki” cevabı çok ince düşünülmüş bir gönderme. Oyunun, bana göre en zayıf kısmı ise finali olsa gerek. Tecavüz ve ölüm ile sınırları beklediğimden çok daha üste çıkaran oyun finalinde tempoyu ciddi bir şekilde düşürüyor. Hatta finalin, final gibi bile olmadığını söyleyebilirim. 44 yapımı House of Frankenstein ’a doğru giden bir final olsa da beğendiğimi söyleyemeyeceğim.

Sözün özü… Danny Boyle’un Frankenstein ’ı, National Theater’ın imkanlarını muhteşem bir şekilde kullanan, orijinal hikayenin özüne yani yaratığın sevgi arayışına sonra da dışlanmasına odaklanan şahane bir eser. İki şahane aktörün oyunculukları ile göz kamaştırdığı oyunda Lee Miller, unutulmayacak bir yaratık performansı sunuyor. Finali biraz zayıf olsa da oyun, alışılmış saldırgan yaratık teması yerine esas odaklanması gereken felsefik yaratığa odaklanarak seyirciye yer yer düşünecek yer yer de gülecek sebepler veriyor.

Valerii Ege Deshevykh‘in önceki yazılarını incelemek için;

Carnival Row: Dışlananların Dünyası

Valerii Ege Deshevykh
Ukrainian Creative Director | Motion Picture Writer | Horror Freak

Carnival Row: Dışlananların Dünyası

Previous article

The Pope’s Exorcist, 5 Mayıs’ta vizyonda!

Next article

You may also like

Comments

Comments are closed.