2019 yılının Filmekimi festivalini Celine Sciamma’nın yönetmenliğini yaptığı ve birçok eleştirmene göre 2019’un en favori Cannes filmlerinden biri olan Portrait of a Lady on Fire ile açtım. Baş rollerinde yönetmenin eski sevgilisi ve 3. kez beraber çalıştığı Adele Haenel ve Noemie Merlant’ın olduğu filmde toplamda 4 karakter var. Oldukça minimalist bir yapıya sahip olan film, Cannes’da en iyi senaryo ödülünü aldı. Filmin aldığı ilgiyi hak ettiğini, hatta hak ettiğinden fazla ilgilenilmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Hepimizin bildiği, sonu asla iyi bitmeyen bir hikayenin portresi.
Kısaca konusuna değinelim… Helöise, yakında Milan’dan bir damat ile evlenecektir. Ama evlenmeden önce resminin çizilmesi gerekmektedir. Fakat Helöise, içine kapanık bir kızdır ve hiçbir ressama poz vermemiştir. Onu çizmesi için adaya gelen Marianne, önceki ressamların yaşadıklarını öğrenince Helöise’nin resmini gizlice çizmeye karar verir. Ona bir dost gibi yaklaşıp onu güldürmeye ve kızdırmaya çalışan Marianne, geceleri aklında kalanları ya da gizlice çiziktirdiği notlarını kullanarak Helöise’nin resmini çizer. Fakat Marianne’nin resmi çizebilmek için kullandığı dost tekniği, zamanla Helöise’nin açılmasına sebep olur. Helöise açıldıkça, Marianne arasında kıvılcımlar oluşmaya başlar.
Film, teknik açıdan ağır bir tempoya sahip. Büyük umutlarla girdiğim filmin başında “eyvah, sonunu zor getireceğim büyük ihtimal” dedim. Film, başındaki sıkıcı temposunu asla kaybetmemesine karşın zamanla ilgi çekici bir tarafa yöneliyor. Helöise açıldıkça, filmin rengi de değişiyor. Bir ressamın gizlice resim çizme çabası, üzerine konuşulabilecek birçok konunun olduğu bir filme dönüşüyor. İncelikli diyalogları, yer yer detaylarına hayran bırakan çekimleri ve hikayenin gidişatı, film ne kadar yavaş olsa da sizi zevkle ekrana baktırmayı başarıyor. Keza filmdeki tüm tuvallere imzasını atan Helena Delmaire’nin resimleri ile film daha da bir enfes oluyor.
Filmi izlediğimde aklımda oluşan tema, yönetmenin de aslında anlatmak istediği ile paralel. Film, Helöise’nin resmini beğenmemesi ile başlıyor aslında. Helöise, duvarda asılı duran herhangi bir resim olmamaya karar vererek resme bir hikaye, bir duygu eklenmesini istiyor. Bu Marianne için de yeni bir durum. Modellerini karşısına koyup onları birkaç günde çizen ressam karşısında resme duygu eklenmesini isteyen bir eleştirmen ile karşılaşır. Eleştirilmeyi de kabul edemeyerek anneden zaman ister. Annenin 5 günlük seyahati de filmde yönetmenin anlatmak istediği her şeyi gördüğümüz bölüme tekabül ediyor.
Film, evde hiyerarşinin ve muhafazakar düşüncenin baskın olduğu dönemlerde, tahminen 1600’lerin sonu ya da 1700’lerin başında geçiyor. Evin annesi ya da babası kimse, onları verdiği kararlar kanun hükmündedir. Evin başında anne olduğu için söylediği her cümle kanun hükmündedir. Kızının evlenmesini istemektedir. Görücü usulü bile değil, karar usulü. O dönemleri bilirsiniz; gelinler evde kalamazlar. Anne evdeyken, evde muhafazakarlığın ağırlığı ve resmiyetin rüzgarları mevcut. Fakat annenin 5 günlük seyahati ile bütün hiyerarşi ortadan kalkıyor. Herkes, yerini ne kadar bilse de aradaki kademe rüzgarları hafifliyor. Marianne’nin getirdiği cana yakın havalar sayesinde evin hizmetçisi bile kurulacak dostluğun bir parçası oluyor. Odasına kapanıp çıkmayan Helöise kapanık ruhunu açıyor, ev işlerinin bile bir parçası oluyor; sokağa çıkıp onlarla beraber geziyor. Kanun baskısı kalkınca, ev huzur ortamına dönüyor.
Huzur ortamı da Helöise ile Marianne arasındaki ilişkiyi güçlendiriyor. Hayatı boyunca sosyal dünyadan uzak kalan Helöise, Marianne’nin entelektüel kişiliğinden ve anılarından etkilenirken Marianne; Helöise’nin içinde saklı olan o meraklı kadına aşık oluyor. Yönetmenin istediği, saf bir aşk hikayesi anlatmak değil; sohbet ile büyüyen bir ilişki kurmak ki bunu başarı ile gerçekleştiriyor. Sıkıcı bir şekilde ilerleyen film karakterlerin birbiri ile arasında kurduğu sohbet ilişkisi ile güzelleşiyor. Onların çayırda spesifik bir ot araması bile keyifli geliyor; dostluklarından memnun kalıyoruz.
Muhafazakar düşüncenin ağırlıklı olduğu bir dönemde Helöise ve Marianne’nin beraber olması mümkün değildi. Zaten filmin başında hikayenin mutsuz bittiğinin mesajını alıyoruz. Sonunu bildiğimiz bir hikaye izlemekten başka çaremiz kalmıyor. Sonunun iyi bitmediğini bildiğimiz için de karakterlerin beraberliğinden zevk alıyoruz. Bitecek bir şeyin tadını çıkarıyoruz. Annenin evden ayrılışı ile muhafazakar güç de evden uzaklaşmış oluyor. Evdeki herkes, “kadın” olmanın hapsinden sıyrılıp insan olduklarını hatırlıyorlar. Evin kızı, ressam ve hizmetçi aynı masada kart oynayabiliyor. Onları o masadan uzaklaştıran şey ise sadece bir düşünce. Filmin en güzel detaylarından biri de Helöise’nin kürtaj canlandırması. Evin hizmetçisi Sophie’nin belki hayatı boyunca hiç resmi olmayacaktı. Yaşadığından bile haberimiz olmayacaktı. Helöise’nin isteği ve Marianne’nin çizimi ile o artık var oldu. Bir anıya dönüştü.
Final; son yıllarda izlediğim en kalp kırıcı finallerden biriydi. Evet, sonunu biliyorduk ama Helöise’nin çocuğu ile resmindeki detay böğüre resmen saplanıyor. Zaman yolculuğu gibi. Keza resim sergisinde dönemin muhafazakar bakışına ince bir giydirme söz konusu. Marianne, kendi resimlerini babasının adıyla sergiliyor. Çünkü o dönemlerde onun resimlerinin o seviyede orada olması mümkün değil. Gelen kişiye “benim resmim” deme cesaretini de Helöise ile yaşadığı karakter değişimi sayesinde buluyor.
Son darbeyi de Helöise’nin orkestra sahnesi vurdu. Opera ya da orkestralara zaafı olan biri olarak son sahneyi zor izledim. Yüksek desibel bir opera ya da orkestra dinlediğimde tüylerim diken diken oluyor; nefesim kesiliyor, bazen ağlayasım geliyor. Bir de Helöise’nin gözünden bakalım: Orkestranın ne olduğunu Marianne’den öğrenmiş biri, hem yüksek desibelin hem de anılarının arasında kalınca tarifi olmayan bir duygu seline yakalanıyor. Tek kelime ile, muhteşem bir kapanış, muhteşem bir oyunculuk; muhteşem bir film.
Yorumlar