Yönetmen Scott Cooper, rock yıldızı Bruce Springsteen‘in Nebraska albümünün üretim dönemine odaklanan Springsteen: Deliver Me From Nowhere ile karşımıza çıkıyor. Film, Warren Zanes‘in aynı adlı romanından uyarlanarak bizleri sanatçının karanlık bir dönemine götürüyor. Ülkemizde 24 Ekim itibarıyla vizyona girecek olan yapımın başrolünde Jeremy Allen White yer alırken kendisine Jeremy Strong, Paul Walter Hauser, Stephen Graham, Odessa Young gibi isimler eşlik ediyor.
Haz, insanın belki de en ayrıcalıklı ve sınırlı duygularından biri. Dile getirmenin hissetmekten önde geldiği bir kelime. Bunun günümüzde sosyopolitik ve psikolojik birçok sebebi var. Fakat bir insanın doğuramadığı hazzı sanatın kendisi sağlayabilir. Kelime, sözlük üzerinde “Duygu ve düşünceleri göze ve gönüle hitap etme konusundaki yaratıcılık.” diye tanımlanır. Haliyle yedinci sanat ve haz da bir bütün içerisindedir.
Bu hazzın içerisinde keyif alma hissi baskın olsa da geri kalanlar; arzulama, sorgulama ve hissetme çerçevesinde gelişir. Bunlar, aslında belki de filmlerin üretilme nedenleridir. Bu noktada önemli bir ayrım keskinleşir, o da bu hazzın nereden kurulmak istendiğidir. Samimi ve derinlikli bir dil içerisinde mi, yoksa formalize basmakalıp fikirler dahilinde mi? Tüm etkenlerin yalnızca performatif bir üslupla beyaz perdede yansıtılması, bir esere yönelik çok şey söyler. Ancak gaye, yalnızca eylem ile sınırlıysa sinema için belirli bir önem ifade etmez. Çünkü beyaz perdeye dışsal motivasyonlarla yaklaşanlar için başlıca arzu duyusal hazzı katlamaktır. Bu motivasyonun sahibi ise nitelik ve nicelikten önde gelen ticari kaygılardır. Bu çerçevede sanatın bir diğer eşlikçisi müzik üzerinden sayısız biyografi filmine tanık olmuşuzdur. Springsteen: Deliver Me From Nowhere de bir haz uyandırmayı amaçlamadan dile getirenlerin fikrine dayanıyor. Ne yazık ki film, bu tasarıların hüviyetinde oluşan işe yaramayan kalıplaşmış motivasyonların en gözle görülür örneklerinden biri.

Müzikle Düzelen Nefesler
Springsteen: Deliver Me From Nowhere, bir müzisyenin üretim sancılarına odaklanıyor. 1981 sonbaharında 31 yaşına basmış Bruce Springsteen‘in, memleketi Colts Neck’de inzivaya çekilme sürecine tanık oluyoruz. Bu inzivanın ana nedenlerinden birisi, Bruce‘un yüzleşmekten kaçtığı geçmişi. Kazandığı şöhretle kaybolmuş, yönünü bulamadığı için hareketsiz kalmış ve kabuğuna sığınmış bir yetişkinin hikayesi bu. Bu çıkmazı yaratan ve çıkışı sağlayan araç ise müzik. Bastırılan duyguların kargaşası, gitar tellerinden çıkan dingin seslere indirgeniyor. Tıpkı aynı ritim üzerinden bazen hızlanan, bazense yavaşlayan kirli kanı temizleyen bir kalp gibi. Buradaki kirli kan geçmişin izleri olurken, karakter arınmak için vücuduna olabildiğinde müzik pompalıyor. Sanatın iyileştiriciliği ve dönüştürücülüğü, hikayedeki başlıca unsurlardan. Yönetmen Scott Cooper, senaryoda belirli hikaye arkları oluşturuyor. Bruce‘un Faye Romano ile olan ilişkisini, müzik yapımcısı Jon Landau ile sohbetlerini ve üretim sancılarını izliyoruz. Hikayeye aralıklarla dahil olan travmatik çocukluk anıları ise siyah-beyaz bir filtre ile sunuluyor.
Scott Cooper, ses ve kurgu üzerinden bir his geçişini kovalıyor. Sahnede sergilenen sanrıları izleyiciye geçirmeyi planlıyor. Yeri geldiğinde bu kurgu, Bruce Springsteen‘in etkilendiği sinemadaki önemli eserleri içeriyor. Mesela Terrence Malick‘in Badlands‘inin Nebraska albümünü ortaya çıkaran önemli unsurlardan olduğunu öğreniyoruz. Doğrudan filmin içerisinde Malick‘in eserine kanalize olduğumuz bir sekans bile mevcut. Keza, The Night of the Hunter‘ın Springsteen‘de bıraktığı izlere de dem vuruluyor. İyi ve kötünün ayrımına yönelik sorularla donatılan bu kült eser, haliyle sanatçının aklına birtakım sorular iliştiriyor. Bu kullanımlar, karakterin karanlık içsel dünyasından sembolik yansımalar olduğu kadar, klişeleşmiş biyografi filmlerinin basit vizyonu dahilinde aktarılıyor.

Biyografi Filmlerine Yönelik Sorular
Springsteen: Deliver Me From Nowhere‘i irdelemeden önce sinemada devam eden bir tartışma konusuna perde aralamakta fayda var. Zira, geçmişte tartışmalara konu olan kullanımların ötesine ulaşan bir sorunun ortasındayız sanki. Biyografik filmler, gerçek kişilerin yaşadığı deneyimlerin sinematik tasvirleridir. Karakterlerin hayatlarındaki önemli olaylara ve dönemlere tanık olurken bizler de bir nevi karakterlerin şöhretini sırtlarız. Genellikle anlatılanlar; bu kişilerin yaşamlarındaki bireysel zorluklar, başarılar ve topluma etkileridir. Peki biyografik filmler üzerinden oluşturulan sınırlı anlatılar yüzünden öznenin yaratıcı dürtüsü ve entelektüel dehası kısıtlanabilir mi? Yani film yapımcılarının yetersiz vizyonu, beyaz perdedeki kişiye dair izleyicide nasıl bir yansıma yaratabilir?
Bu soru, sinemanın sıklıkla sorguladığı bir kavram aslında. Bazen bunu sağlayan unsur, basmakalıp şekilde karakterin iyi özelliklerinin kutsallaştırılması ve şeytanlaştırılması olabilir. Açıkça karaktere ne denli yaklaşıldığı, izleyicide o kişiye yönelik bir algı oluşturur. Sorgulamayı ön planda tutan insanlar bu dogmatik aktarıma kapılmazlar, fakat sonuçta onlar da ele alınan kişiye yönelik bir imaja maruz kalırlar. Bu iki kutuplaşma arasındaki asıl önemli arzu, izleyicide güçlü bir duygusal reaksiyon oluşturma isteğidir. Duygusal dengenin muğlaklaşması, dramatizasyon ve doğruluğun dengesini de etkiler. Tüm bu unsurlar, perdede beliren karaktere yönelik istemsiz bir yabancılaşma doğurur.
Springsteen: Deliver Me From Nowhere filmine baktığımızda, dengesiz dramatizasyonun temelsizliğine ve nedensizliğine sürükleniyoruz. İşleyiş için klasik bir Amerikan üç perdeli anlatı diyebiliriz. Öncelikle, ikonografisi sunulan karakterin geçmiş sıkıntılarına ve kriz durumlarına tanık oluyoruz. Hemen ardından geçmiş tasvirleri kesilerek karakterin şimdiki hayatındaki çıkmaza odaklanıyoruz. Burada önemli olan husus, bu işleyişin arkasında yer alan temel motivasyonlar. Cooper‘ın Springsteen‘in karanlık tarafına odaklanması, bizleri görsel bir şölen yerine daha içsel bir yolculuğa çıkarıyor olsa da, burada insani görünmeyen oldukça fazla unsur var. Psikolojik bağlamda yeterince hissedilmeyen çıkmazlar ne kadar doğal görünebilir ki?
Derinleşme arzusu içermeyen her öge, zaman içerisinde hızlıca suyun yüzeyine çıkıyor. Karakterin babasıyla yaşadığı geçmiş travmaları, bu boyutta prodüksiyonla örtüşmeyen bir hamlıkta kalıyor. Bir bireyin çocukluğunda yeri olan bir film vasıtasıyla tetiklenmesini karikatürize bir halüsinasyon üzerinden ifade etmenin sahici bir karşılığı yok. Bu, tam anlamıyla insan psikolojisiyle ilgilenmeyen bir yaratıcının ruhani duyguları tanımlamakla verdiği bir mücadele. Gösterişi tercih etmeden karanlık bir odaya girdiğini söylemekle o odanın tüm perdelerini ışığa karşı açmak arasında önemli bir fark var. Dolayısıyla, biyografi filmleri için değindiğimiz soru burada kendisine yer ediniyor: Bruce Springsteen‘in yaratıcı dehasını besleyen karanlık dönemin bu kısıtlı vizyon üzerinden aktarılması beklenebilir mi? Bu soruya olumlu bir cevap vermek oldukça zor. Keza, burada entelektüel bir projeksiyondan çok dramatizasyon ögeleri eşliğinde tüketilen bir dışavurum söz konusu.

Temelsiz Psikolojik Çözümlemeler ve Kopukluklar
Filmin senaryo ve yönetmenlik açısından oldukça büyük sorunları var. Scott Cooper, değinmek istediği meselelere oldukça dağınık bir hikaye gelişimi ile temas ediyor. Burada “üretim sorunlarıyla boğuşan bir rock yıldızı” klişesini niteliksiz sinema ögeleriyle izlemenin bir artısı yok. Bruce‘un babasıyla olan geçmiş çatışması, albüm hazırlıkları ve kız arkadaşı ile ilişkisi, anlatı boyunca üst üste biniyor. Bu bölümlerin hiçbirinin içi kayda değer biçimde doldurulmuyor. Savruk ve kararsız müzisyen imajı sadece bu özelliklerle sınırlı kaldığından ötürü, bir etki oluşturmak için fazla sıradan hissettiriyor. Hatta tam tersi şekilde oldukça yorucu geldiğini söylemeliyim.
Uzaklara bakan, deri ceketiyle sokaklarda gezinen bir rock yıldızı portresi, bize yalnızca her şeyi daha önce defalarca izlediğimizi söyleyebiliyor. Karakterin özellikleri, yalnızca belirtilmek için var. Her şey olabildiğince kestirme. Söylenen sözlerin hiçbiri, bir sonraki sahneye kadar yer edinemiyor; gösteriliyor ve hemen ardından yok oluyorlar. Olayların nasıl geliştiğine yönelik gösterimler, gerek yönetmenlik gerek metinsel açıdan fazla basit kalıyor. Karakterin geçmişten uzanan depresyonu, akla ilk gelen fikirlerle sunuluyor. Burada kayda değer bir dil içermeden devamlı hükümlerde bulunan bir yaklaşım var. Filmin önemli bir süresi boyunca ekranda beliren geçmiş anılarının, karakterin günümüzdeki sorunlarıyla birliktelik yaşadığını söylemek pek mümkün değil. Bu sekanslar, yalnızca araya serpiştirilmekle yükümlü görünüyorlar.
Psikolojik çözümleme ve tahlilde bulunurken depresyonu sadece umutsuz bir ruh haline indirgeyen bakış dahilinde aktarmak, hem bir hayli yanlış hem de bir o kadar da zor. Karakterin depresyonunun bir “sigara bağımlılığı” gibi gösterilmesi, yani bu kadar yanlış bir açıdan anlatılması, izleyiciyi ne derece etkileyebilir ki? Bu, insani olmaktan uzak ve empatinin yer almadığı bir aktarım. Tam anlamıyla önemli bir ruhsal soruna yönelik yanıltıcı bir basitleştirme. Scott Cooper‘ın Springsteen imajı içerisinde karakterlerin üretim konusunda kararsızlıkları/zorlanmaları haricinde, geçmişe yönelik sorunlarını filmin genelinde sanatçının kendi ağzından bile duymuyoruz.
Bu sınırlı kullanımın haricinde öğrendiğimiz yegane alanlar, geçmişe yönelik referanslar. Ancak bu kullanımların bir referans kıvamında olmadığını yeniden tekrarlamakta fayda var. Filmin ilgilenmek istediği alan, çoğu noktada belirginleşmiyor. Burada önemli olan, Bruce‘un yatak odasında ürettiği kayıtlar mı? Yapımcıların maddi motivasyon engelleri mi? Karakterin romantik ilişkileri mi? Yoksa sadece söylendiği için öğrendiğimiz depresyonu mu? Hiçbirinin ne yazık ki bir cevabı yok. Hatta soruların doğurduğu daha fazla soru var. Duygusal anların karikatürize temsili bir hayli sığ. Bruce‘un yapımcısı ile psikolojik destek almasına yönelik konuştuğu ve psikolog karşısında ağlarken müziğin yükseldiği sahneleri deneyimlemek gerçekten şaşırtıcı. Keza, bu sahnenin ardından araya bir siyah ekran giriyor ve bir zaman atlaması sonrası Bruce‘un konser sonrasında mutlu olduğunu görüyoruz. Bu işleyiş, aslında filmin ne derece dar bir perspektife sahip olduğunu gösteriyor.
Jeremy Allen White, filmin kısmen övebileceğimiz yegane unsurlarından. Oyuncu, rolün gerekliliğini kavramış gibi görünüyor. Fakat genel çerçevede baktığımızda, Springsteen rolü kariyerinde canlandırdığı karakterlerin bir devamı gibi. Göze çarpan farklılaşmış bir oyunculuktan söz edemiyoruz. Bir diğer başarılı oyuncu Jeremy Strong ise The Apprentice‘da olduğu gibi yine her şeyin arkasında konumlanan “o kişi” profilinde. Succession ile hepimizi bozguna uğratan oyuncuyu, önceden olduğu gibi kariyerinin devamında da “yardımcı rollerin aranan ismi” olarak göreceğiz gibi.
Springsteen: Deliver Me From Nowhere, bir film olmaktan öte uzun metraja dökülmemiş bir fikir gibi hissettiriyor. Hala bir yerlerde formalize bir biçimde planlanmaya devam ediliyor sanki. Filmin fotoğraflarına baktığımızda gördüklerimiz, işleyen görüntülerde tanık olduklarımızdan daha fazla anlama sahip. Tıpkı geçmişin fotoğraflarıyla dolu cansız bir albüm gibi. İnsanı bu kadar az sözle yansıtan bir yapım, fotoğrafların ötesine geçip nasıl var olabilir ki?
Ahmet Duvan‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.





















Yorumlar