Son yıllarda bağımsız korku sinemasının yükselişi devam ederken, yeni isimler de duymaya devam ediyoruz. Bu isimlere, geleceğinin parlak olduğunu düşündüğüm Laura Moss da eklendi diyebilirim. Moss, Birth/Rebirth ile festivallerde dikkatleri üstüne çekmeyi başardı. İlk olarak Sundance’de aldığı övgülerden bu yana heyecanla beklediğim filmde, beklentim doğrultusunda ne istiyorsam buldum. Öte yandan, bu filmin yönetmenin ilk uzun metrajı olduğunu düşünürsek, başarının değeri de büyüyor. Ele aldığı temalar ve hikayenin işlenişinde ilham alınan eserler ile beni etkilemeyi başardı.
Psikolojik Açıdan Rahatsız Edici Bir Mad Scientist / Body Horror Filmi
Evlat kaybetmek bu dünyada yaşanabilecek en büyük acıların belki de başında gelir. Celie (Judy Reyes), kızı Lila’yı (A.J. Lister) bakteriyel menenjit geçirmesi sebebiyle kaybeder ve artık hayatı rayından çıkmaya başlar. Fakat anormal olan şudur, kızı Lila’nın ölü bedeni Patolog Dr. Rose (Marin Ireland) tarafından kaçılır. Her şeyin çığırından çıktığı yer ise tam olarak burası.
Ölen kızınızı yeniden hayata döndürmenin çaresini bulsanız, kızınızı deney olarak kaçırıp kullanmak isteyen bir psikopata kol açar mısınız? Film, anneyi olabilecek en kötü çaresizliklere sürerken, insanı psikolojik açıdan zorlayabilmesi büyük bir artı. İzleyici gözünde yaşananları kan dondurucu bulmamak imkansız hale geliyor. Evet, bu bir korku filmi fakat korkutucu olanlar bu kez insanlar. Bir anne ve doktorun yarattığı dehşet, Birth/Rebirh’ün temelini oluşturuyor.
Özellikle Lila ve başka bedenler üzerine yapılan çalışmalar, filmdeki body horror kullanımını da başarılı kılıyor. Anne ve doktorun birbirinden farklı karakterlerde olması ise zıtlıktan gelen bir sürükleyicilik sağlıyor. Şöyle düşünebiliriz, evet anne ve doktor arasında karşılıklı çıkar var fakat bu çıkar yaşamın özünü değiştirmek üzerine. Yaşamın özü ise varlığımız. Doğumdan itibaren süregelen varlığımız ölümle bitiği bir gerçek. Ya peki bitmiyorsa? Belki de bitmiyor ve dünyaya yeniden kendi bedenimizle geliyoruz. Ama ruhumuz karanlığın içinde çoktan kaybolmuş oluyor. Ama şu da kaçınılmaz bir gerçek: Ölümü sadece ölümle yenebilirsin. Ölüm var olduğu sürece, onu yenmek isterken dahi ölümün bir parçasısın.
Cronenberg, Lovecraft, Marry Shelley ve Stephen King Etkisi
Atmosfer oluşumu, gerilimin kullanımı ve body horror’u ele alışta sinematik açıdan Cronenberg etkilerini görebilmek mümkün. Filmin asıl ilham kaynağı olan Mary Shelley’nin Frankenstein’ının modernize edilişinde ise Lovecraft’ın Herbert West: Reanimator öyküsünden yararlanıldığını söyleyebilirim.
Diğer yandan en çok dikkatimi çeken yönlerden biri de yeniden hayata dönüşün ardından çocukta meydana gelen karakter değişimlerinin göstergesiydi. O anlarda King’in Pet Sematary’sinden izlere rastlamak da mümkün. Bu bağlamda böyle etkileyici insanların Birth/Rebirth içerisinde harmanlanıp, iyi bir vizyon, harika oyunculuklar ve yönetmenlikle bütünleşmesi harika sonuçlar doğurmuş.
Tanrı Olmak ya da Ol(a)mamak
Tanrının varlığı düşünüldüğünde kimileri için gerçek, kimileri içinse gerçek olmadığı ortada. Ama şu var ki, ona inan veya inanma, o olguyu kendinde görmek isteyenlerle karşılaşabilirsiniz. Çünkü güç bu dünyada en çekici olan şeydir. İnsan doğasıyla savaşa girmenin getirebileceği sonuçlar üzerine düşünmek, bir çıkmazın başlangıcıdır. Tanrıyı oynamak, Tanrı olmayı istemek ise hiç başlamaması gereken bir savaştır. Birth/Rebirth, Tanrılaşmasının verdiği içler acısı sonuçları gözler önüne sererken tek bir soruyla sizi baş başa bırakıyor: Ya siz olsaydınız?
Ferit Doğan‘ın bütün yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Comments