Tetris hakkında konuşmaya başlamadan önce;
Süper kahraman filmlerinin ana akım sinema üzerindeki hakimiyeti yavaş yavaş sona ererken, yapımcılar da hazır hayran kitlelerini minimum eforla kendi işlerine çekebilecekleri bir diğer altın madenine yöneldiler: video oyunlarına. The Last of Us’tan Arcane’e, The Witcher’dan Uncharted’a pek çok oyun uyarlaması yeni medyumlarında hayranlarıyla buluştu. Üstelik daha niceleri de yolda.
Bu uyarlamaların çoğunluğu eleştirel anlamda başarısız işler olsa da, doksanlı yılların başından beri tekrar tekrar denenen bu aktarımın sonu yakın zamanda gelecek gibi görünmüyor. Teknik imkanların da iyice gelişmesiyle, video oyunlarının görsel anlatısı, uyarlanmaya fazlasıyla elverişli hale geldi. O kadar ki, son yıllarda çıkan oyunlarda mo-cap teknolojisiyle canlandırılan karakterler bile muhtemelen “Bir gün filmini de çekeriz.” yaklaşımıyla canlandıran oyunculara benzer şekilde modelleniyor.
Özellikle son on yılda çıkan oyunlar, neredeyse kare kare uyarlanmaya fazlasıyla müsait, nitekim HBO’nun son gözdesi The Last of Us için yapılan benzer videolara da denk gelmişsinizdir. Fakat anlatılarını oynanış ağırlıklı aksiyon sekansları ve duygusal yükü sırtlanacak sinematik ara sahneler üzerine kuran bu gibi oyunların yanında bir de kolaylıkla aktarılamayacak işler var.
2020 çıkışlı Sonic the Hedgehog filminin ilk fragmanına gelen eleştirileri hatırlarsanız, yalnızca bir karakter için verilen tasarım kararlarının bile böyle filmleri nasıl felakete sürükleyeceğini fark edebilirsiniz.
Eskinin oyunları, grafiklerin anlatılabilecek hikayelere getirdiği kısıtlamaların da etkisiyle basit dünyalarını eğlenceli oynanışlarla birleştirdiklerinden farklı medyumlara aktarılmaları çok daha zor. Dolayısıyla Apple TV+ tüm zamanların en çok satan oyunlarından Tetris’in filmi için kapılarını açtığını duyurduğunda şüpheci yaklaşmak için her türlü gerekçemiz vardı.
Burada Apple TV+’ın pazarlama departmanına ufak da olsa dokundurmadan geçemeyeceğim. Nitekim sosyal medyada yeterli görünürlüğü yakalamış bir Apple TV+ yapımı düşünmeye çalışırsanız sizin de bana hak vereceğinize inanıyorum. Platformda yayınladıkları işlerin çoğunluğu ortalama üstü kalitede olsa da neredeyse tümü için kulaktan kulağa duyulmalarını beklemeyi tercih ediyorlar belli ki.
Tetris’in kaderi de farklı olmadı ve 31 Mart’ta yayınlanan filme dair ilk fragmanı ancak 16 Şubat’ta izleyebildik. Burada “Neden her bir Tetris bloğu için karakter posterleri yapılmadı?!” çığırtkanlığı yapmaya çalışmıyorum, hatta filmlerinin ne kadar insanca beklendiği umurumda da değil. Ama Tetris’in son yıllardaki en iyi fragmanlardan birine sahip olduğu düşünülürse, ortada kaçırılmış bir fırsat olduğu da apaçık. İnanmıyorsanız, şöyle buyrun:
Eğri oturup doğru konuşalım, en büyük Tetris hayranı dahi olsanız “Tetris filmi” heyecan uyandıracak bir konsept değil. Hatta karakterleri, oyun dünyası ya da olay örgüsü bile olmayan hareketli bir bulmacadan ibaret Tetris. Dolayısıyla yapımcılar da en akılcı yolu bulmuş ve oyunun bir hayli olaylı “globalleşme” hikayesini anlatmayı seçmiş. Evet, fragmandan da anlayacağınız üzere Tetris bir yapım süreci filmi değil. Film başladığında Alexey Pajitnov oyununu çoktan yapmış, hatta Tetris SSCB sınırlarının dışına bile çıkmış.
O dönem Bullet-Proof Software’in sahibi olan Henk Rogers’ın Tetris’teki cevheri görmesiyle başlayan filmin asıl anlattığı, tutkulu bir vizyonerin keşfettiği bir potansiyel için ne kadar ileri gidebileceği. Bu bağlamda değerlendirdiğinde filmin olay örgüsünün, McDonald’s’ın restoranlar zinciri haline gelişini anlatan 2016 yapımı The Founder filmiyle oldukça benzer bir rota izlediği söylenebilir. Dolayısıyla bahsettiğimiz filmlerden birini izlemiş ve beğenmiş olanlara diğerini de önermiş olalım.
Olay örgüsü, ancak işlerin iyice kızıştığı üçüncü perdede aksiyonla buluşuyorsa da gayet iyi yazılmış bir senaryosu var filmin. İlk yarısının konuşan kafalarla dolu olduğunun da bilinciyle, ana karakterini oyalanmadan tanıtıp aciliyet hissini izleyiciye geçirecek yüksek tempolu bir girişle açılıyor Tetris.
İşin içine onlarca yan karakter ve normalde takip etmesi zor olacak teknik detaylar da girmesine rağmen, her an neyin tehlikede olduğunu ve yapılması gereken sıradaki işi net bir şekilde gösteriyor. Temposunu hiç düşürmeden ilerleyen film, Henk’in Tetris’in haklarının peşinden Rusya’ya gidişiyle birlikte gerilim tonları da hissettirmeye başlıyor.
Filmin herkese böylesine yüksek bir seyir zevki sunmasının altında yatan en büyük nedenlerden birisi, türler arasında kurduğu bu hassas denge. Tek başına komedi, dram ya da gerilim diyemeyeceğiniz film, tüm bu türlerin en etkili taraflarını tek potada eritmeyi başarıyor. Anlattığı hikaye sonu kolaylıkla tahmin edilebilir, benzerlerini çokça dinlediğimiz bir hikaye olsa da aralara serpiştirdiği anlamlı karakter etkileşimleri ve kurguda yaptığı minik dokunuşlarla yine de keyifli bir deneyim sunuyor.
Henk Rogers’ın kendisinin de filmin senaryosunun iyiliği karşısında şaşkına döndüğünü ekleyelim.
“Muhtemelen 2015 civarlarıydı, 8 yıl önce falan ve dürüst olayım, ödüm kopuyordu. Çünkü, çok kötü de olabilir ve asla gün yüzü görmeyen onca B filmi varken oldukça şüpheciydim. Senaryoyu okuyana kadar şüphelerim sürdü, ama ciddi bir senaryoydu ve ardından sete gittiğim de nutkum tutuldu. Film gibi film yapıyorlardı. Öyle televizyon filmi kıytırıklığında değil, film gibi film seviyesinde bir yapım kalitesi vardı.”
Tabii filmin bu kadar temiz işlemesi, sadece senaryosundan değil. Taron Egerton’ın enerjik performansı, film boyunca ekrana bağlı kalmamızı sağlayan en önemli etkenlerden. Henk’le birlikte sinirleniyor, onun heyecanlandığı yerde heyecanlanıyor, hayal kırıklıklarını paylaşıyoruz. Fakat anlatı kurulurken verilen bir karar, bu bağı biraz zedeliyor.
Film, Henk’in içinde bulunduğu tehlikeyi göstermek ve bunun üzerinden bir gerilim yaratmak uğruna, izleyiciye Henk’in o an sahip olduğundan daha fazla bilgi veriyor. Olası sürpriz fırsatlarının önüne geçen bu karar, mutlu sona ulaşılacağını da bildiğimizden büyük bir getiri de sağlamıyor aslında. Yine de filmin hali hazırda birkaç şok edici açıklama sahnesi olduğu düşünülürse, aşırıya kaçılmak istenmeyişi de anlaşılabilir.
Yan rollerdeki oyuncuların tümü de üstlerine düşeni layığıyla yapıyor ve karikatürize kötü adamımız dışında hemen her karakter canlı hissettiriyor. Burada da oyuncuların yanında, onları bu roller için seçen Lillie Jeffrey’nin de hakkını vermek gerek. Taron Egerton dışındaki tüm oyuncular, canlandırdıkları kişilerin gerçek karşılıklarına alabildiğine benzetilmiş.
Oyunculuk kalitesinden taviz vermeden bu seviye bir benzerliği yakalayabilmek başarının yarısıysa, diğer yarısı için de saç ve makyaj ekibini tebrik etmeliyiz. Oyunculukların ötesine geçtiğimizde set tasarımlarında da özellikle dönemin atmosferini yaratma açısından gayet iyi bir iş çıkarıldığını söyleyebiliriz. Resmi bir açıklama olmasa da, muhtemelen çok da büyük olmayan bütçesini, olabilecek en etkili şekilde kullanan bir film Tetris.
Buraya kadar hiç eksilerinden bahsetmediğimi fark etmişsinizdir, zira pek bir eksisi de yok filmin. Hiçbir alanda mükemmel olmasa da, her alanda “gayet iyi”. Eleştirilebilecek tarafları var pek tabii. Kamera kullanımı noktasında oldukça standart bir yaklaşım benimsiyor örneğin. Her sahne, olabilecek en geleneksel şekilde çekilmiş ve neredeyse hiçbir risk alınmamış. Ama hedeflediğini başarıyor mu? Kesinlikle. Daha iyisi yapılabilir miydi? Muhtemelen. Yapılmadığı için huzursuz olmalı mıyız? Bence hayır. Alınan bazı kararların herkese hitap etmeyebileceğini anlıyorum.
Her yeni karakter ya da mekan tanıtımında araya giren pixel geçişler, bir noktadan sonra bazılarına sıkıcı gelebilir. Ya da birden fazla kez kullanılan “dönemin popüler şarkısının bağlama uygun yorumu” numarasını itici bulabilirsiniz belki. Ama tüm bunlar, geneli iyi yapılmış bir filmin küçük kusurları olmanın ötesine gitmiyor.
Video oyunları uyarlamalarının makus talihini, oyunu değil yayılış serüvenini anlatmayı tercih ederek kırıyor. Günün sonunda Tetris, aşırı iddiaları olmayan, belki izleyip unutacağınız seyir zevki yüksek bir film. Ekranı kapattığınızda düşen bloklar görmeye devam ettirmeyeceği kesin, ama hafta sonu birkaç saatinizi keyiflendirmeyi sağlayabilir.
Tuncer Haydarlar’ın bir önceki yazısı için;
Bu gönderiyi Instagram’da gör
Comments