Sırasıyla Shotgun Stories (2007), Take Shelter (2011), Mud (2012), Midnight Special (2016) ve Loving (2016) filmlerine imza atarak günümüzün en çalışkan yönetmenlerinden biri olmayı başaran ve her projesinde orijinal hikayeler yaratarak eleştirmenler tarafından tam not alan Jeff Nichols, uzun bir aradan sonra The Bikeriders ile geri döndü.
Southern gothic temalarını kreatif kullanan, böylelikle modern Southern sinemasının önemli temsilcilerinden biri olmayı başaran Jeff Nichols, The Bikeriders ile de kariyerini parlatmaya devam ediyor. Nichols‘un her filminde çalıştığı Michael Shannon bir kez daha kadroda yer alırken, başrolleri Jodie Comer, Austin Butler ve Tom Hardy paylaşıyor.
Bir Yere Ait Olmanın Dayanılmaz Hafifliği
The Bikeriders, Amerika’da kültürün ve insanların değiştiği isyankar bir dönem olan 60 ve 70’leri yakalıyor. Yerel bir bara arkadaş zoruyla gelen Kathy (Jodie Comer), esrarengiz bir adam olan Johnny’nin (Tom Hardy) liderliğindeki, kendilerine Vandallar denen Midwestern motosiklet kulübünün ortasında kalır. İlk başta bu kulüpteki kimseye ilgi duymayan Kathy, ta ki kulübün yeni üyesi Benny’i (Austin Butler) görene kadar. Ona aşık olması ise hayatını baştan aşağı değiştirecektir. Kathy’nin çevresindeki ülke gibi kulüp de gelişmeye başlar; Vandallar yerel yabancıların bir araya geldiği samimi bir kulüpten, tehlike ve şiddetin arttığı çeteye dönüşür. Benny ise Kathy ve kulübe olan sadakati arasında bir seçim yapmak zorunda kalır.
Filmin geçtiği döneme, yani 60’lı ve 70’li yıllara dönecek olursak sivil hakları hareketi, Vietnam Savaşı’nın etkileri, ikinci dalga feminizm ile birlikte büyüyen kadın hakları hareketi, barış ve özgürlüğün sembolü olan hippi kültürü, LGBT hakları ile gündeme gelen eşitlik mücadelesi, uzay savaşları ve hatta seri katillerin artışı derken, bu yıllar Amerika’da çok büyük bir toplumsal değişime yol açmıştı. Bu değişimlerin en büyük temsilcilerinden biri de motosiklet kulüpleri olmuştu. Hells Angels, Outlaws Motorcycle Club, Bandidos Motorcycle Club ve Mongols Motorcycle Club ise o kulüplerin en ünlüleriydi. Birçok suç faaliyeti, kuralsızlık ve şiddet ile bilinip karşı kültürün bir parçası olarak tanınmışlardı. Normlara ve değerleri kabul görmüş kültüre karşı bir isyan hareketi olarak kabul edilmişlerdi.
The Bikeriders‘ı izlerken de bu dönemi ve etkilerini bilmek gerekiyor. Toplumun her parçasının, her bireyinin bir yere ait olma isteğinin herkesi farklı yerlere ittiği, hayran verici olduğu kadar korkutucu seneler. Filmin ilham kaynağı olan, Danny Lyon‘ın The Bikeriders kitabı ise çok büyük bir belge niteliği taşımakta. Kitap, 1963-1967 yılları arasında Lyon‘un Chicago Outlaws Motorcycle Club ile geçirdiği zaman boyunca çektiği fotoğraflardan ve röportajlardan oluşmakta. Bu röportajlar ve fotoğraflar ise motosiklet sürücüleri ve onların yaşam tarzlarını yansıtmaktaydı.
İşte Danny Lyon‘ın perspektifinden bazı fotoğraflar:
Filmin yönetmeni Jeff Nichols kitap ile karşılaşmasını şu şekilde anlatıyor:
“Kitapla 2003 yılında tanıştım. Anında harika bir film için gerekli malzemelere sahip olduğunu düşündüm. Yani, bu fotoğrafları kitaptaki röportajlarla birleştirdiğinizde, lezzetli bir yemeğin malzemeleri gibi hissettim. Bir odaya girmek gibiydi. Noel ağacı yok ama tüm süsler önünüzde yere serilmiş. Ama tüm bu süsleri asmak için o yapıyı nasıl inşa edeceğimi bulmak biraz zaman aldı.”
Artık Parçası Olduğun, Engelleyemediğin Yaşam Tarzı
Filme kitabın yazarı olan Danny Lyon‘ın (Mike Faist), Kathy ile yaptığı röportaj ile giriyoruz. Bu da aslında filmin geri kalanının temelini oluşturuyor. The Bikeriders hem kurgusal, hem de belgesel gibi ilerlerken ikisinin arasını çok iyi tutturuyor. Seçimler yaparız ve bu seçimler hayatımızın geri kalanını belirleyecek unsurlar taşır. Bu unsurlar ise bir motosiklet kulübüne dahil olmak veya o kulübün bir üyesiyle evlenmek olabilir. The Bikeriders tam bu noktada Kathy’nin bakış açısını ayrı, Benny’nin bakış açısını ise ayrı veriyor.
Vandallar’ın kurucusu olan Johnny ise esrarengiz biçimde yansıtılıyor, onu bir nevi Kathy ve Benny’nin hayatının üçüncü bir üyesi, hatta benzetmeyi absürt seviyeye çıkarırsak aşk üçgenin parçası olarak görebiliriz. Marlon Brando‘nun başrolünde yer aldığı The Wild One‘ı izledikten sonra (Filmde iki rakip motosiklet çetesinin, liderlerinden birinin hapse atılmasının ardından küçük bir kasabada terör estirmesi anlatılıyor) fazlasıyla etkilenen ve böylece Vandallar’ı kuran Johnny için kulüp hayatındaki en önemli şey.
Johnny, yaş almaya başladığı için gelecekte kulübü Benny’e emanet etmek istiyor ve aslında aşk üçgeni burada doğuyor. Kathy, Benny’i bu motosiklet kulübünden çıkarmak isterken, Johnny için ise Benny kulüpteki bütün adamların olmaya çalıştığı kişi aslında. Jeff Nichols bu anları bize bir Frankenstein misali veriyor. Johnny, Frankenstein olarak kendi canavarını yaratmak ve Benny’nin sessizliğinin içinde yatan şiddet eğilimini ve karizmasını, liderlik vasıfları ile birleştirmek istiyor. Benny ise sahip olduğu yaşam tarzında hayranlık duyduğu Johnny ve aşık olduğu Kathy arasında sıkışıp kalıyor.
Aslında Hepimiz Kendi Hikayemizin Anlatıcısıyız
Film boyunca Kathy, Benny ve Johnny’i kendi aralarında süren bir mücadele olarak izlemeye devam ederken, diğer motosiklet kulübü üyelerine de zaman açılıyor. Jeff Nichols, kulüpteki insanların hikayesine ve hayatlarına ufak bir bakış atmamızı sağlıyor. Danny Lyon‘ın filmdeki anahtar rolü ve filmin içerisinde belge niteliği taşıyan anlar ise buralarda ortaya çıkıyor.
Zipco (Michael Shannon), Cal (Boyd Holbrook), Funny Sonny (Norman Reedus), Brucie (Damon Herriman), Wahoo (Beau Knapp), Cockroach (Emory Cohen), Corky (Karl Glusman), The Kid (Toby Wallace) ve Big Jack (Happy Anderson) gibi ekran süresi aslında oldukça az olan karakterlerin film içerisinde tamamladıkları alanlar çok önemli. Bu da Nichols‘un Danny Lyon‘ı zekice kullanmasından kaynaklı. Çünkü tüm bu karakterleri iki boyutlu ve sadece birer “sürücü” olmaktan çıkarıyor, onlara haklarında fikir sahibi olabileceğimiz kişilik özellikleri yüklüyor. Böylece kimin, niye ve neden böyle biri olduğu hakkında akıl yürütebiliyoruz.
Bir bakıma farklı yaşamların, birbirinden farklı deneyimlerin nasıl bir çatı altında buluştuğunu da görüyoruz. Kulüpte herkes farklı, herkesin kendine ait karakteristik özellikleri var fakat hepsi bir noktada da aynı. Çünkü paylaştıkları hikayelerde ve üzücü geçmişlerinde yanlarında olacak ve onları dinleyecek birilerini ağırlamak istiyorlar. Motosiklet kulübü, onları acı çektikleri bu hayatta mutlu eden yegane etmen haline geliyor.
Kulübün Sonu, Çetenin Başlangıcı
Vandallar, diğer motosiklet kulüpleri gibi karşı kültürün bir parçası olmaya başladıkça ve büyüdükçe yozlaşmanın önüne de geçemez. Johnny, diğer insanların onlara karşı duyduğu korkunun kokusunu aldıkça büyümeyi, farklı şehirlerde de onlara ait insanlar olmasını ister fakat bu önüne geçilemeyecek olan çete dönüşümünün başlangıcı olur.
Kulübün kendi aralarında olmasından çıkması, samimiyetin ve dostluğun bitmesi, yozlaşmasının artması ise çeteye dönüşümü ve bu süreçteki güç dengelerinin değişimini ortaya çıkarır. Filmdeki bir barın basılma sahnesi ise bu durumu en iyi özetleyen ve anlatan sahnelerden biri olarak görülebilir.
Johnny, artık raydan çıkmış bir lider olma yolunda giderken, Benny varoluşsal olarak hayatının uç noktalarından birindedir. Benny, Johnny’nin yaratmak ve yontmak istediği bir canavarın kıyısındadır, aynı zamanda da aşık olduğu ve evlendiği Kathy ile mutlu olmak istemektedir. Filmin finaline giden yolda ise bu anlar çok önemli rol oynamaktadır.
Jeff Nichols Özel Hikayeler Anlatmaya Devam Ediyor
Günümüzün en nevi şahsına münhasır yönetmenlerinden biri olan Nichols, The Bikeriders ile yıllardır olduğu gibi parlamaya ve kendini kanıtlamaya devam ediyor. Southern sinemasına incelikli ve orjinal eserler bırakmaya devam eden Nichols‘ın her filmi onun için kişisel aslında. Bu durumu Nichols şöyle anlatıyor:
“Gerçekten kişisel filmler yapıyorum. Bu anlamda da kendimi hepsine yakın hissediyorum. Bu film, 40’lı yaşlarının ortasındaki, ilk kez hayatında ileriye baktığı kadar geriye de bakmaya başlayan bir adamın yaptığı bir film gibi hissettiriyor. İlk kez nostaljik terimini, bunun ne anlama geldiğini ve hayatınız üzerindeki etkisini gerçekten anlayabilen bir kişi tarafından yazılmış gibi hissettiriyor. Bu anlamda The Bikeriders da kişisel bir film. Ve yaptıklarımın tümü de kişisel filmler. Ayrıca anlatı yapısına, bir hikayenin nasıl anlatıldığına ve izleyici için nasıl geliştiğine de takıntılıyım. Yaptığım her filmde bunu ayarlamaya ve anlattığım hikayeye uygun şekilde değiştirmeye çalışıyorum.”
Jeff Nichols, The Bikeriders ile bir yere ait olmayı, o aitliği aramayı harika biçimde anlatırken, motosiklet kulüplerine ve tarihine meraklı olanlara da kütüphanelerine ekleyebilecekleri harika bir film bırakıyor. The Wild One ve Easy Rider gibi klasiklerin hayranıysanız, Sons of Anarchy‘i severek izlediyseniz, The Bikeriders‘a da bayılırsınız.
Ferit Doğan‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Twitter, Instagram, Discord ve Letterboxd aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar