Şilili yönetmen Pablo Larraín, son zamanlarda oldukça adından söz ettiren son filmi The Club’ta diğer filmlerinde de barındırdığı kaygıları es geçmeden bizlere gösterme meşakkatine girişiyor. Yine insanın rahatsız edici noktalarına hiç çekinmeden değinmeyi unutmuyor. Öyle ki bu cesareti sayesinde film; asıl gerçekçi sinema anlayışını teşkil ettiğinden bittikten bir süre sonra bile akılda yer etmeyi başarıyor. Diğer filmlerinde de yer alan eşi Antonia Zegers, The Club’ta da karşımıza çıkıyor. The Club aynı zamanda Altın Küre’de Yabancı Dilde En İyi Film dalında aday olmuş, Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı Ödülü’nü almıştır.
Benzer suçlara –genellikle pedofili– sahip olan dört peder, onlara bir nevi bakıcılık yapan rahibe ile okyanus kenarındaki evlerinde yaşamaktadır. Boş zamanlarında tazılarını yarıştırıp ondan para kazanmaktadırlar. Hatta tazı yarıştırmanın yasak olduğunu söyleyen pedere İncil’de geçen tek hayvanın tazı olduğunu açıklarlar. Yaşamlarındaki her detayın Kilise’ye uygun olması gerekmektedir. Onlara göre fazlasıyla uygundurlar da. Bir süre sonra bir peder daha gelir ve geçmişinde tecavüz ettiği çocuklardan biri onu orada bulunca dayanamayıp intihar eder. Bunun üzerine olayın iç yüzünü sorgulamak için bir araştırmacı peder gelir. Pederlerin asıl hikayelerine buradan itibaren tanık olmaya başlarız.
Papa Francis, bir gazeteye verdiği röportajda Katolik Kilisesi’ndeki her 50 din adamından birinin pedofil olduğunu söylemişti. Yönetmenin böylesine yaygın bir durumu seçmiş olmasının yanı sıra filmde geçen bazı diyaloglardan çıkarım yapacak olursak din üzerine yapılan eleştiriler elle tutulur biçimdedir. Pederin intihar etmesine neden olan kişi; Sandokan’ın (Roberto Farías) bağırarak söylediği cümleler pedofili ve Kilise hakkında oldukça düşündürücü bir kaygı barındırmaktadır. Filmin büyük kısmının bu diyaloglarda saklı olduğunu ve gelecek sahnelerin habercisi olduğunu düşünüyorum. Ödemeleri gereken kefaret -filmin sonuna çağrı-, görünenin de ötesindeki umursamaz karakterleri, dindar olduklarını iddia etmelerine rağmen işledikleri suçlar…
Karakterlerin tutumları Kilise adamı olmalarına ve işlediklere suça rağmen oldukça dengesizdir. Öyle ki vücut dillerinden bile anlaşılır biçimdedir. Oyunculuklarının etkisinden olsa gerek sorguya çekildikleri sahnelerde yüz ifadeleri ile geçmişleri örtüşmektedir. Yıllar önce o suçu işleyen peder, bakışlarına kadar hala aynı pederdir.
Sandokan’ın psikolojisi ise izleyici diken üstünde tutmasına neden oluyor. Yaşadığı travmatik vakalardan yıllardır kendisini alamamış, o zamana sıkışıp kalmıştır. Eşçinsel olmasının kökeninde sağlıklı nedenler yatmamaktadır. Dışarıdan bakıldığında normal bir adam olarak görülse de bir süre sonra çevresindeki insanlara da psikolojisini aksettirmektedir.
Filmde barındırdığı zıtlıklar ile dikkat çeken karakterlerden biri Peder Vidal’di (Alfredo Castro). Peder olarak bir eşcinsel karakteri canlandırması ve Sandokan’dan sonra 2. cesur cümleleri savuran kişi olması kalıcı bir profile dönüşmesine neden oluyor. Var olan tüm yaşamı idrak etmeye çalışan Vidal, tüm sözleriyle karakterinin bütün özelliklerine sadık kalıyor.
Hikayenin geçtiği evin görünürlüğü dahi işleyişine paralel bir biçimde seçilmiş olsa gerek. Okyanus tarafından görünen haliyle, film boyunca alt açıdan çekilmiş olan görüntüsü bu iki zıtlığı barındırıyor. Dışarıdan sadece emekli pederlerin olduğu bir ev olarak anlaşılırken bu evin aslında bir ceza evinden farksız olduğunu idrak etmemiz uzun sürmüyor.
”Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve ışığı karanlıktan ayırdı.”
Yaratılış’tan sözler ile başlayan The Club, başlangıcı ile sinematografisine söz veriyor. Hem hikayeye hem de görüntüdeki kasvetli ortama göz kırpıyor. Kullanılan ışığın uyumu, baskı altında hissettiren çekim ölçekleri; filmde yaşanan olaylar ile ahenkli bir biçimdeydi. Filmin gerçekçiliğine böylesine bağımlı olmasında yardımcı olan en büyük ögelerden biri çekim teknikleri olsa gerek.
Yorumlar