0

Yazının içerisinde yer yer keyif kaçırıcı detaylar (spoiler) bulunmaktadır.

Ülkesinde çektiği Dogtooth ve Alps filmleriyle dikkatleri toplayan ve 2015’te The Lobster ile Hollywood’a ilk adımını atan yönetmen Yorgos Lanthimos, bu kez bir önceki filmi The Killing of a Sacred Deer’dan yalnızca bir sene sonra çektiği, Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapıp hayli olumlu eleştiriler alan, güçlü başrol oyuncularıyla dikkat çeken 2018 yapımı dönem filmi The Favourite ile seyircinin karşısına çıktı. Filmlerinin senaryosunu şu ana kadar Efthymis Flippou ile birlikte kaleme almış olan yönetmen, ilk kez senaryosunda kendi parmağı olmayan bir işe imza attı. Başrollerini Olivia Colman, Emma Stone, Rachel Weisz’ın paylaştığı film 18. yüzyıl İngiltere’sinde bir saray entrikasını anlatıyor.

Kraliçe Anne (Olivia Colman), ülkesinin Fransa ile süren savaşından bile pek de haberdar olmadığını gördüğümüz, hastalığıyla, dış görünüşüyle başı dertte olan ve çevresine sürekli rahatsızlık veren aksi, şımarık, bipolar bir karakter. Kraliçenin en yakın arkadaşı olan Marlborough Düşesi Sarah (Rachel Weisz) ise kraliçenin aksine tam bir güçlü iktidar figürü olarak karşımıza çıkıyor. Fiilen kraliçelik görevini Anne yerine kendisinin yaptığını, hükümet meseleleriyle ilgili neredeyse her durumda kararı kendisinin verdiğini ve kraliçe ile arasında enteresan bir ilişki olduğunu görüyoruz filmin başlarında. Saraya sonradan dahil olup Sarah’nın emriyle hizmetçi görevini üstlenen Abigail’ın (Emma Stone) ise önceden leydi olduğunu ancak bu unvanını babası yüzünden kaybetmiş olduğunu öğreniyoruz. Bu bize karakterin dibi görmüş olması, eskisi gibi itibar sahibi olabilmek için her şeyi yapabilecek kadar gözünü karartmış olması konusunda önemli bir ipucu veriyor.

Lanthimos, bu üçlü arasında ilerleyen ve gittikçe gerilimi artan entrika üçgenini bize eskisi kadar olmasa da yine absürt – grotesk bir sinema diliyle anlatmış. Önceki filmleri The Killing of a Sacred Deer, Dogtooth kadar gergin ve diken üstünde bir yapıya sahip olmaması başta filme alışmak konusunda zorlanmama sebep olsa da, gerek sık sık başvurduğu balık gözü objektif kullanımı, gerek kullanıldığı her sahneye mükemmel şekilde entegre edilmiş müzikleri, gerekse oyunculuklarıyla film beni kısa sürede içine almayı başardı. Başta Abigail olmak üzere her karakter ince ince işlenmiş, harika oynanmış. Özellikle Olivia Colman’ın Kraliçe Anne karakteriyle bir Akademi ödülü kazanmasına neredeyse garanti gözüyle bakıyorum.

Filmin en hoşuma giden yanlarından biri ise protagonist-antagonist kapışmasından söz etmenin pek de mümkün olmaması. Film, hiçbir karakter ile direkt olarak özdeşlik kurmaya izin vermiyor. Abigail’in basamakları teker teker çıkıp kraliçenin gözüne, kalbine girmesine, Sarah’nın yaptığı her şeyi yapabiliyor hale gelmesine (entrika, devlet işleri, avcılık, kraliçeyi duygusal – cinsel yönden tatmin etme) ve artık sonunda tamamen onun yerini alabilmesine şahit olurken yer yer üç karaktere de yakınlık besleyebiliyor, sonrasında uzaklaşabiliyoruz. İngiliz aristokrasisi, iktidar kavramlarını kendi üslubuyla, kara mizahı da eksik etmeyerek çok güzel ele almış Lanthimos.

Filmde muhteşem kamera açıları, enfes bir müzik kullanımı söz konusu. Bu açılardan baktığımızda kesinlikle kusursuz bir eser var karşımızda. Perspektifler, ışık, kostümler her şey dört dörtlük. Bu bağlamda filmin Kubrick’in başyapıtı Barry Lyndon’ı akıllara getirmesi oldukça mümkün. Zaten Lanthimos’un The Killing of a Sacred Deer’da hafiften bir Kubrickleşme içerisinde olduğunu fark etmiştik, bu filmde de aynı mükemmeliyetçi tavrı sürdürmüş.

Lanthimos’un kariyerinin en büyük bütçeli, dev prodüksiyonlu filmi olarak dikkat çekiyor The Favourite. Oscar sezonunda da favorilerden biri olacağı adını sıkça duyacağımız açık. Açıkçası en başta yönetmenin bir dönem draması çekeceğine duyduğumda hayli şaşırmış, bir miktar üzülmüştüm. Senaryoyu kendisinin yazıyor olmamasından da ötürü, o her zamanki çılgınlıklarını yapamayacağından, aklımızı alamayacağından ve bizi koltuğumuza yapıştıramayacağından hafif bir endişe duyuyordum. Bu endişelerimde tamamen olmasa da haklı olduğumu gördüm, salondan çok az da olsa buruk ayrıldım diyebilirim.

Film, yaptığı ve senaryosu gereği yapması da gereken her şeyi mümkün olduğunca iyi, hatta kusursuz bir şekilde yapıyor ancak anlattığı şeyin ne derece akıl alıcı, akılda kalıcı olduğu biraz muamma, filmle ilgili tek hayal kırıklığım da bu konuda diyebilirim. Bende tekrar izleme isteğini en az uyandıran Lanthimos filmi oldu. Filmi tekrar izlemek de yeni şeyler katar mı bu da bir soru işareti (ki bu konuda önümüzde The Lobster ve Dogtooth gibi iki örnek dururken).

The Favourite, Lanthimos’un alışkın olduğumuz numaralarını senaryo gereği sınırlı ölçüde sergilediği, harika ritmi, kurgusu, oyunculukları, karakter işleyişiyle bu yılın öne çıkan filmlerinden biri. Lanthimos filmografisinde ilk üçüme giremese ve uzun yıllar akıllarda kalacağını düşünmesem de kesinlikle izlenmeyi hak eden bir yapım. Lakin umarım Lanthimos sonraki filmlerini Efthymis Flippou’yu da yanına alarak kendisi kaleme alır diyemeden de geçemiyorum.

Kırık Bir Küvetin Hikayesi: Cold War

Previous article

Merhaba, Ben Lara: Girl

Next article

You may also like

Comments

Leave a reply