Downsizing (2017) ile çoğu izleyiciye ve eleştirmene göre en büyük hayal kırıklığı olan yapıma imza atan Alexander Payne‘in bir sonraki filmi merak konusu olmuştu. 6 yıllık aranın ardından Payne, bu kez eski formuna geri dönmüş gözüküyor. Oyuncu arkadaşı Paul Giamatti ile tekrar bir araya gelen Payne, senaryosunu David Hemingson‘un yazdığı The Holdovers ile büyük övgüler aldı. Huysuz bir tarih öğretmeninin (Paul Giamatti), okul tatilinde gidecek yeri olmayan bir sorunlu öğrencinin (Dominic Sessa) ve acı dolu bir geçmişi olan okulun aşçısının (Da’Vine Joy Randolph) tatil boyunca kampüste kalmak zorunda olmasını merkeze alan film, Telluride Film Festivali’nde prömiyerini yapmıştı.
Acılar Paylaştıkça Azalır, Sevinçler Paylaştıkça Artar
Yılbaşı filmlerinin büyüsü, çocukluğumuzu hatırlatan duyguları harekete geçiriyor, tam da bu yüzden yılbaşı temalı filmlere karşı zaafım var. Payne‘in dönüşünün de bir yılbaşı filmiyle olacağını duyunca çok mutlu olmuştum ve heyecanla bekliyordum. The Holdovers beklentilerimin bile üstüne çıkarak, bu yıl izlediğim en iyi filmlerden biri olmayı başardı.
Bir atasözü der ki: “Acılar paylaştıkça azalır, sevinçler paylaştıkça artar”. İşte The Holdovers tam olarak böyle bir film. Filmin merkezinde yer alan karakterler ise depresyon ve acının pençesinde, hayatta her an karşılaşabileceğimiz tipler olarak karşımıza çıkıyor. Hepimizin elbet huysuz ve acımasız bir öğretmeni olmuştur, Paul (Paul Giamatti) öyle birisi. Zeki fakat problematik öğrenci Angus’u da (Dominic Sessa) hepimiz tanırız. Bir de yakınlarının ölümüyle yalnız başına kalan, yaşadığımız kayıpların burukluğunu hatırlayan okul aşçısı Mary (Da’Vine Joy Randolph) var. Filmi izlerken onlarla bir yerden bağlantı kurup özdeşleşmemek imkansız.
Önyargı En Büyük Düşmandır
Paul, Angus ve Mary birbirlerini keşfettikçe, biz de onları keşfediyoruz ve şaşırıyoruz, tıpkı onların da birbirlerine şaşırması gibi. Acıyı azaltmanın iyi örneklerinden biri de zihnimizi başka taraflara yönlendirmek olabilir, ilk başta üç karakter de bunu en iyi şekilde uygulamaya çalışan kişiler olarak karşımıza çıkıyor. Bu noktada The Holdovers, kampüste geçen tatili karakter gelişimleri üzerine kurarak bunu değiştiriyor.
Filmin hikayesi aslında klişe gibi gözükse de, klişeden ayrıldığı yerde samimiyet devreye giriyor. Ayrıca iyi yapılan bir klişeden kimse şikayetçi olmaz. Zaman her şeyin ilacı dense de, yalnızlığa ve depresyona merhem olamıyor ve The Holdovers bunu ustalıkla gösteriyor. Karakterlerin iç dünyaları başka kapılara açılırken, istemsiz hale gelen davranış biçimlerimizin, dışarıya gösterdiğimiz benliğimizdeki etkisine de parmak basılıyor. Yani The Holdovers, bir nevi gölgemizi ele alıyor. Çünkü kişinin kendi içinde neler yaşadığını bilmeden onu belirli kalıpların içerisine yerleştirir, önyargılı yaklaşırız. Fakat önyargı en büyük düşman olabilir, kurulacak iletişim ise her şeyi büyük ölçüde değiştir.
Dışarıdaki Dünya Hepimize Yeter: İlk Adımı At!
The Holdovers, karakterler üzerinden önyargıyı yıkmayı hikaye boyunca ön planda tutarken, onların hayallerine de şahit olmamızı sağlıyor. Evet, dışarıda kocaman bir dünya var ve herkes bir şekilde oraya sığıyor fakat bu yeterli değil, hiçbir zaman da yeterli olmaz. Hayallere ilk adım atıldığında ise her şey değişir. Böylelikle Paul ve Angus kendilerini ve asıl kişilikleri nasıl bir mağaraya hapsettiyse, çıkmasını da kendileri becerecek. Tıpkı Mary’in kendi kederinden çıkıp kaybettiği gülümsemesini tekrar bulması gerektiği gibi.
Eğer doğru insanlarla karşılaşılır ve uyum sağlanırsa, bu acımasız dünyayı yaşanabilir hale getirmek daha da kolaylaşır. Bence filmin asıl sihri de burada yatıyor. Söylediğim gibi benzerlerini çok kez gördüğümüz bir hikaye olmasına rağmen film büyüsünü kaybetmiyor. The Holdovers, benzer problemlerle hayatını sürdürmeye çalışan insanları cesaretlendirebilecek güce sahip. Film bittiğinde tuhaf bir acı-tatlı hisle baş başa kalabilirsiniz. Bunu dünyaya başka bir gözle bakmak sizin elinizde.
Yılbaşı Ruhunun Dönüşü
The Holdovers, tıpkı çok sevdiğimiz ama uzun zamandır göremediğimiz bir arkadaşımızın kapımızda belirmesi gibi, özlemi ve mutluluğu tatmak gibi. Film, yılbaşı ruhunu kazandırıyor ve çocukluğumuzdan bir parçayı önümüze sunuyor. Alexander Payne‘in alışık olduğumuz muazzam yönetmenliği ve David Hemingson‘ın güçlü kalemi birleşerek resmen büyü yaratıyor. Her yıl kış aylarında sıkılmadan, bıkmadan izleyeceğimiz bu yeni modern klasik, ihtiyacınız olduğunda yanınızda olacak türden film, senelerce yılbaşı listelerinde yer edecek.
Ferit Doğan‘ın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Bizi Twitter, Instagram, Discord ve Letterboxd aracılığıyla takip edebilirsiniz.
[…] The Holdovers […]