*Yazı yer yer filmi izlemeyenler için keyif kaçırıcı detaylar barındırıyor olabilir.
Özellikle 2011 Cannes Film Festivali’nde o dönemki filmi Melancholia’nın basın toplantısında Hitler ile ilgili sarf ettiği cümlelerin akabinde Cannes’da “istenmeyen kişi” (persona non grata) ilan edilen, sinema dünyasının en tartışmalı yönetmenlerinin başında yer alan Lars von Trier, 2013 yapımı filmi Nymphomaniac’tan 5 yıl sonra Cannes’da yine pek hoş karşılanmayan (gösteriminde onlarca kişinin salonu terk etmesi gibi) ve tekrar tepki odağı haline gelen yeni filmi The House That Jack Built ile karşımızda. Film kısaca Jack adlı obsesif bir seri katilin hikâyesini ve cinayetlerini 5 vaka üzerinden anlatıyor. Senaryosunu da Trier’in kaleme aldığı filmin başrolünde Matt Dillon, yardımcı rollerinde Uma Thurman, Bruno Ganz, Riley Keough gibi isimler mevcut.
Öncelikle bu filmi yeterli seviyede yorumlayabilmek için yönetmenin sinemaya ve genel olarak sanata bakışına hakim olmak, yönetmen hakkında dönen tartışmalardan haberdar ve filmografisine mümkün olduğunca hakim olmak gerektiğine inanıyorum. Trier gerek filmlerindeki kendine has mizah ve şiddet anlayışı, üslubu ve kamera kullanımı, gerekse izleyicisini manipüle etmekten büyük keyif duymasıyla “ya sev ya nefret et” tabirine cuk oturan bir yönetmen. The House That Jack Built yönetmenin belki de filmografisi içinde seyirciyle en çok uğraştığı, en çok manipüle etmeye çalıştığı ve bundan zevk aldığını hissettirdiği eseri. Filmin sinema dili olarak yönetmenin bir önceki işi Nymphomaniac ile benzerlik taşıdığını gözlemlemek mümkün. Yönetmenin alametifarikası haline gelmiş olan yakın çekim, hareketli kamera kullanımı ve ağır çekim sahneler de her zaman olduğu gibi dikkat çekiyor.
Çoğunlukla filmlerinin merkezine kadın karakterleri alan yönetmenin bu kez uzun zaman sonra bunu değiştirdiğini görüyoruz. Ana karakter Jack oldukça tuhaf takıntıları olan obsesif bir seri katil. Öyle ki, evine girip öldürdüğü kadının cesedini aracına götürdükten sonra sayısız defa eve geri dönüp bir yerlerde kan izi kalmış mı diye kontrol edecek seviyede temizlik takıntısına sahip. İlk cinayetlerinde korkunç sonuçlar doğurabilecek olan bu takıntılarını filmin ilerleyen dakikalarında kendisinin de belirttiği üzere giderek terk ettiğini görüyoruz. Hatta sanki karakter bir yerden sonra Elio Petri’nin Investigation of a Citizen Above Suspicion filmini hatırlatan bir şekilde yakalanmak için çaba sarf ediyor gibi bir tavır sergiliyor. Burada filmin kara mizah ve absürdizmden fazlaca ve çok başarılı şekilde beslendiğini belirtmek gerek.
Jack’in bir mühendis olmasına rağmen aslında hep bir mimar olma güdüsüne sahip olduğunu öğreniyoruz ve filmin başından beri kendi evini inşa etmek için çalıştığını ancak bir türlü başarılı olamadığını gözlemliyoruz. Bu bize karakterin iç dünyası, düşünce yapısı ve filmin nereye gideceği hakkında bir ipucu veriyor aslında. Jack, tüm cinayetlerini kendi sanatı olarak görüyor, kendisinden “Mr. Sophistication” (Bay Mükemmel) olarak bahsediyor. Öldürdüğü insanların cesetlerini yok etmek yerine soğuk bir odada biriktiriyor, hatta bunun öncesinde bir mizansen oluşturacak şekilde cesetleri fotoğraflıyor. Ayrıca Matt Dillon’ın Jack rolünde kariyerinin en etkileyici performanslarından birini sergilemiş olduğunu not düşmek gerek, bu rol için daha uygun biri olamazmış dedirtti.
Filmin ilk yarısında Triervari bir seri katil hikayesi izlerken, işler ikinci yarıda biraz daha ilginçleşmeye ve farklı bir düzleme oturmaya başlıyor. Verge adında bir dış sesin filmin başından beri sekans aralarında Jack ile sohbet ettiğini duyuyoruz ancak ilk yarıda bu durum daha çok Jack’in Verge’ü sanki seyirci yerine koyarak ona kendini anlatması üzerinden devam ederken, ilerleyen bölümlerde ikiliden sanat, din, ahlak, iyilik-kötülük kavramları üzerine konuşmalar, aforizmalar dinlemeye başlıyoruz. Bu noktada konuşanın yer yer Jack değil de Trier’in kendisi olduğunu varsaymak mümkün; sanki kendini, sanata bakış açısını, içindeki karanlık tarafı anlatmaya çalışıyor seyirciye. Hatta belli bir yerden sonra hikayenin kendisinden çok bu kısımlara yoğunlaşıyor film.
Filmi izlediğim salonda Jack’in dürbünlü tüfekle çocuk öldürdüğü ve Jack’in çocuk halinin bir yavru ördeğin bacağını kestiği sahne başta olmak üzere birçok sahnede dışarı çıkanlar, sızlananlar oldu. Elbette midesi sağlam olmayanlar için hiç kolay bir film değil ancak ana karakteri seri katil olan bir Trier filmine ne bekleyerek gelinir anlam verebilmiş değilim. Şahsen beklediğim şiddet ve aşırılığın 1-2 tık aşağısını bulduğumu söyleyebilirim hatta.
Filmin sonlarına doğru doğrudan kendi filmlerinden sahneler kullanarak (Antichrist, Melancholia ve Nymphomaniac) kendisine yaptığı atıflar, Verge karakterini oynayan Bruno Ganz’ın 2004 yapımı Der Untergang filminde Adolf Hitler’i canlandırmış olması, Jack’in ilk kurbanını kriko (İngilizce’de “Jack”) ile öldürmüş olması gibi ayrıntıları da atlamamak gerek. Jack’in son sahnede kalkıştığı toplu katliam girişimine kadar filmde öldürdüğünü gördüğümüz kişilerin kadın ya da çocuk olması da yine enteresan bir ayrıntı. Verge de bir esnada Jack’in öldürdüğü kadınların tamamının “pek akıllı olmamalarına” parmak basıyor. Bu ve bunun gibi birkaç durumu (yönetmenin Antichrist filmiyle beraber yaşanmaya başlanan tartışmalarda olduğu gibi) Trier’in “kadın nefretine” bağlayan ve filmin cinsiyetçi olduğunu savunan ithamlar da oldu. Bu eleştirileri ziyadesiyle komik bulduğumu ve katılmadığımı belirteyim.
Sekanslar arası geçişlerde Verge ve Jack arasında geçen yer yer oldukça uzun diyaloglar, Goethe ve William Blake alıntıları, bu diyaloglar esnasında gördüğümüz tablolar, görüntüler ve animasyonlar gerçekten çok başarılı, tempoyu hiç aksatmıyor ve filmi taşıyan en önemli unsurlardan biri olarak öne çıkıyor.
The House That Jack Built sinemanın gördüğü en cesur, en sansasyonel ve en absürt seri katil filmlerinden biri ve yönetmenin şu ana kadarki en kişisel yapıtı. Şüphesiz ki seveni kadar (hatta daha da fazla) sevmeyeni de olacaktır ancak filmi yönetmenin belki de ilk beşine girebilecek kadar güçlü bir film olarak görüyorum. Kimileri için unutulmaz bir deneyim, kimileri için ise iki buçuk saatlik bir ızdırap olarak nitelendirilebilecek kadar uçlarda gezinse de resim, edebiyat, müzik ve felsefeyi filmleriyle Trier kadar iyi harmanlayan yönetmen sayısının bir elin parmaklarını geçmediği konusunda eminim artık.
Yorumlar