*Başlamadan önce yazının filme dair spoiler içerdiğini hatırlatmak isteriz.
2015 yılında çıkan son filmiyle birlikte beyaz perdeye veda eden The Hunger Games serisi, Suzanne Collins‘in yazdığı yeni kitapla birlikte tekrar hayatımıza dahil oluyor. Ana hikayeden 65 yıl öncesine gittiğimiz hikayede serimizin kötü adamı olarak bildiğimiz Başkan Snow’un gençliğine tanık oluyoruz.
Hikayeye Giriş
Coriolanus Snow’un etrafında şekillenen hikayemiz, babasının asiler tarafından bir ormanda öldürülmesinin haberiyle başlıyor. Bu gelişmenin ardından içine çekilmek zorunda kalan Snow ailesi, yıllar geçtikçe eski güçlerini kaybediyor. Hem maddi açıdan hem de itibar açısından zorlu bir döneme giriş yapıyorlar. Büyükannesi ve Hunter Schafer‘ın canlandırdığı kuzeni Tigris Snow ile birlikte yaşayan Coriolanus, geçen yıllar içerisinde yaşadıkları kayıpları dış dünyaya minimum seviyede yansıtmış, sanki eski şatafatlı yaşamlarından hiçbir şey eksilmemiş gibi bir davranış içerisindedir. En başarılı öğrenciye verilen Plinth ödülünü kazanmanın peşinde olan Coriolanus, ödülden gelecek parayla birlikte üniversite masraflarını ödeme hedefinde olur.
Bir diğer taraftan ise Açlık Oyunları’nın onuncu yılıdır ve insanlar artık oyunları izlememeye başlamıştır. Oyunların popüleritesini arttırmaya çalışan oyun kurucular, ileriki yıllardaki oyunları da etkileyecek köklü değişiklikler yapmanın peşindedirler. Hiç şüphesiz en büyük değişiklik, mentorluk sistemidir. Kısaca özetlemek gerekirse, normalde en başarılı öğrenciye verilen Plinth ödülü bir değişiklik yapılarak ödülü kazanmak isteyen öğrencilerin mıntıkalardan seçilen haraçlara yapacağı akıl hocalığının ardından en başarılı performansı sergileyen haracın mentoruna verilecek olmasıdır.
Yirmi dört haracın seçimlerini ve verilen mentorlarını izlediğimiz sahnelerinden ardından sıra 12.mıntıkanın kadın haracına geldiğinde yaptığı karizmatik giriş ile hikayemize katılan ikinci ana karakterimiz Lucy Gray’i tanımış oluyoruz.
Açlık Oyunları
Lucy Gray’i biraz tanımak gerekirse, karakteri Katniss ile kıyaslamanın fazlasıyla haksızlık olacağını düşünüyorum. İki karakterin ortak noktaları olsa da birbirinden çok farklı iki karakter. Lucy’nin en büyük özelliği ve yeteneği şarkı söyleyebilmesi. Kurada isminin çekilmesinden henüz birkaç dakika sonrasında söylediği şarkı ile birlikte bütün dikkatleri üzerine çeken karakterimiz, henüz her şeyin başında en popüler haraçlardan biri olmayı başarabiliyor.
Coriolanus ile olan ikili ilişkilere gelirsek, Coriolanus diğer mentorların aksine hızlı bir aksiyon alarak kendi haracı olan Lucy ile yakınlaşmaya başlıyor. Kuzeni Tigris’den aldığı tavsiyeler ile onu önemsediğini göstermeye çalışmasının ardından ikilinin arasındaki samimiyetin gittikçe arttığını gözlemliyoruz. Unutulmaması gereken noktalardan biri hikayemizin geçtiği zaman, ana hikayeye kıyasla çok daha ilkel. Her şeyin çok daha yeni olduğu bu dönemde bütün kurallar ve sistem yeni yeni oturmaya başlamış ve insanların da bu düzene ayak uydurmaya çalışmasını izliyoruz.
Coriolanus’un bir diğer samimiyetini arttırdığı karakter ise oyun kurucu Dr. Volumnia Gaul (Viola Davis). Yaptıkları sohbetler ve fikir alışverişleri dışında Coriolanus’un “Başkan Snow” karakteri olma yolunda ilerlerken, buna en büyük sebeplerden biri olan Volumnia olduğunu gösteren filmimiz, hikayenin başından itibaren yavaş yavaş değiştirmeye çalıştırdığı ana karakterimizin Dr. Volumnia’nın fikirlerinden zaman geçtikçe etkilendiğini bize defalarca gösteriyor.
Oyunlara geldiğimizde, alıştığımızın aksine haraçların teknolojinin kısıtlı olduğu, çok daha ilkel gladyatör arenalarını andıran bir arenaya konulduğunu görüyoruz. Ana taktik olarak saklanmayı ve ortada görünmemeyi benimseyen Lucy Gray’in neredeyse oyunların sonuna kadar fazla ortaya çıkmadığını izliyoruz. Coriolanus’un kendini riske atmak pahasına dışarıdan yaptığı hamleler ile birlikte oyunları kazanmayı başaran Lucy, sonunda arenayı saran yılanların vücudunu sarması sırasında söylediği şarkıyla birlikte poz keserek bizlere epey karizmatik bir sahne izletmekten de kaçınmıyor.
Geri Dönüş Yok
Bu noktadan itibaren izlediğimiz her şey aslında ”Başkan Snow” karakterine giden yolda ki gelişmeler haline bürünüyor. İlk kısımlardaki yüksek tempolu film karakterin gelişimini ön plana almaya başlayınca giderek düşük tonlarda seyir almaya başlıyor.
Oyunların bitmesinin ardından yaptığı hilelerin ortaya çıkmasıyla birlikte 12.mıntıkaya bir nevi asker olarak gönderilen Coriolanus’un başından geçenleri izlemeye başlıyoruz. Rutin disiplinli bir hayat sürmesinin ardından gittiği bir yerde sahnede şarkı söyleyen Lucy Gray’i görmesiyle birlikte aslında işler tekrar kızışmaya başlıyor.
Detaylar
Oyunculuklardan başlamak gerekirse, ana serideki dev kadro seviyesinde değiller elbette, ama burada da gayet iyi iş çıkarılıyor. Gerek Tom Blyth gerekse Rachel Zegler, kendilerine verilen görevin altından kalkmayı başarıyorlar. Birlikte olan sahneleri arttıkça performanslarının da yükseldiğini gözlemlediğimiz ikilimiz, filmin hiçbir noktasında düşmüyorlar.
Müziklere gelirsek, ben filmin müziklerine bayıldım. Özellikle Rachel Zegler‘ın şarkı söylediği her kısımdan oldukça keyif aldım. Daha önce West Side Story gibi bir yapımda izlerken hayran kaldığım Rachel Zegler‘dan aynı keyifi almak, filme karşı olan hislerimi pozitif anlamda etkiledi.
Snow karakterini saf kötü olmaktan çıkararak ona bir kişilik kazandırma kararı ise tebrik edilesi. Son dönemlerde popülerleşen kötü adamların doğuş hikayelerini anlatma janrasına katılan yapımımız, acımasız karakterimizi tek boyutlu olmaktan çıkarıp yaptıklarına ve yapacaklarına katılmasak da anlam katmamızı sağlıyor. Tom Blyth‘in karakteri belki de yazılandan daha iyi oynayarak üzerine çıktığı performansıyla birlikte daha da derinleştirmesini izlemek, yetişkin halini Donald Sutherland‘dan izlediğimiz Başkan Snow’un iki kusursuz performansına bizleri şahit ediyor.
Hikayemizin önceki filmlerle olan bir ortak noktası da yan karakter kullanımı. Ana filmlerde yaşanan karakterlerimizin, kendilerinin kurguladığı bir oyunu oynamaktan çok, yaşananlara karşı verdikleri reaksiyonlar teması, bu filmde de kısmen devam ediyor. Yan karakterlerin kurguladıkları bu hikayede başrol olma çabasıyla hareket eden karakterlerin yaşadığı ikilemleri izlemek, izleyiciyi hikayenin içerisinde tutuyor.
Sınıflar arası farkındalıkları belirtirken kendini sınırlı bir alana hapsetmeyen filmimiz, hikayenin işlediği sırada farklılıkları anlatmaya devam ederken, doyurucu görselliğiyle birlikte anlatısını destekliyor. Başkentteki zenginlikle birlikte, mıntıkaların yaşadığı sefalet ve imkansızlıkları gösterirken, aynı zamanda bu bölgelerdeki baskıcı rejim tarafından uğradıkları zulüm ve adaletsizlikleri izlemek, bizi nasıl bir distopya içinde olduğumuz konusunda düşündürüyor. Öte yandan, yıllar geçtikçe bu baskının katlanarak artacağı hissiyatını uyandırmayı başarıyor.
Son Sözler
Açlık Oyunları serisini seven birisi olarak izlediğim bu yapımdan oldukça keyif aldım. Uyarlandığı kitabı başarılı bir şekilde yansıtmasının yanı sıra, kitabı okumayan insanları izlerken zorlamayacak bir şekilde anlatılan hikaye, filmin sonlarına doğru yaşanan birkaç tempo düşüklüğü dışında akıcı şekilde sergileniyor. Ana serideki ilk iki filmi kalan iki filme kıyasla daha çok seven biri olarak, bu filmde ilk filmlerin havasını aldım.
Evreni seven birisiyseniz, kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim. Evrenin kuruluş aşamalarına detaylarıyla girmelerinin yanında, hasret kaldığımız Panemi yıllar sonra tekrar görmek yüzümüzde bir tebessüm oluşmasını sağlıyor.Ali Can Bartu Sakarya‘nın tüm yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Twitter, Instagram, Discord ve Letterboxd aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar