0

Ünün Getirileri

Daha bu sene izlediğim, sevgili hocam Nazım Uğur Özüaydın’ın yönetmenliğini yaptığı ve Barlas Kartal’ın baş rolünü üstlendiği “En İyi Erkek Oyuncu” adlı oyun, hiçten her şeye ulaşmak için varını yoğunu veren bir aktörün hikayesini anlatıyor. Bir cümlesi var ki etkileyici:

“Ben öldükten sonra dünya dursun.”

Ünün getirileri üzerine hep düşünen biri olarak ve 18 yaşından beri “ölümsüz” olmak için yönetmenliği seçmiş bir birey olarak zamanla, ya da artık, ün denince tüylerim diken diken oluyor. Çok uç bir örnek veriyor olacağım şimdi fakat bunu birçok isim için uyarlayabiliriz. Beni tanıyanlar bilir, hep söylerim, Leonardo DiCaprio, benim sahip olduğum basit şeylerden mahrum. Canı sıkılınca bir kafeye gidip rahat rahat oturup kahvesini içemiyor. Evet, benim de milyonlarım yok ama milyonları yönetmek zor bir iş. Kafede oturup kahve içmek ise basit bir şey. Ve onun gibi dünyaca ünlü isimler maalesef bu basit zevklerden mahrumlar.

Ün, oldukça tehlikeli bir şey. Ağırlığını maalesef herkes kaldıramıyor. Ki maalesef bu hiçbir zaman anlamadığım bir konsept. Belki de ünlü olmadığım içindir. Ün, insanların karakterlerini zorlayan, değiştiren fakat bazen, en kötüsü de bu, boşluklarını dolduran bir zehir. Özellikle yokluktan bir anda üne ulaşan insanlar, ilgi ve paranın etkisi ile karakterlerindeki boşlukları ünle dolduruyor ve ortaya bazen utanç verici sahneler çıkabiliyor. Hastanelik olanlar, tüm sapıklıklarını ortaya çıkaranlar, görgüden yoksun kaba tipler ve daha fazlası.

The Idol Arakat Mag

Nonstop Kolektif Çalışma

Ünün getirdiği şeylerden biri de çevredir. Bu çevre maalesef her zaman iyi niyetli olmuyor. Çevreniz, sizi bir taraftan koruyup kollayan bir taraftan da üzerinizden para kazanan insanlar ile doluyor. Bir noktadan sonra da kişisel yaratıcılığınızdan tamamen kopup toplu bir üretim seansına dahil oluyorsunuz. Bazı isimler bu kolektif çalışmayı çok iyi değerlendirirken bazıları kendilerini hastahanede ilaç alırken buluyor. Çok fazla ün, sürekli göz önünde olmak demek. Bitmeyen bir devamlılık ve dur durak bilmeyen bir kolektif çalışma demek. Lady Gaga ya da Beyonce gibi isimler bu nonstop çalışma hayatını bir şekilde yürütüyorken bazıları, haliyle, yürütemiyor.

The Idol, bu nonstop kolektif çalışmanın arka planındaki çılgın sürece odaklanıyor. Evet, milyonların gözü üstlerinde, büyük malikanelerde yaşıyorlar, her türlü imkana sahipler fakat ne uğruna? Neyi feda ediyorlar? Lily-Rose Depp’in canlandırdığı Jocelyn üzerinden über ünlülüğün arka planındaki sürece odaklandığımız dizide, ana karakterimiz, bu bitmek bilmeyen kolektif çalışmayı mental olarak kaldıramıyor. Annesinin de ölümünün etkisiyle bunalıma giren Jocelyn’in kolektif çalışmaya bir şekilde devam etmesi gerek çünkü çevresindekilerin paraya, onun isminin de her gün tepede kalmaya ihtiyacı var. Neden ihtiyacı var sorusu ise dizinin en ironik ve absürt kısmı aslında. Dizinin de aslında bence en çarpıcı noktalarından biri de bu. Dünyaca ünlü bir isim de olsanız sürekli üretme zorunluluğu taşıyorsunuz çünkü unutulacaksınız. Ya da unutulacağınız size inandırılıyor.

The Idol Arakat Mag

Her Daim Bir Sahtekarlık

Sanatçının üretim süreci de her zaman tartışmalı bir konudur. Kimi sanatçılar bir oturuşta proje bitirebilirken kimileri kalplerinin derinliklerindeki acılara ve unutulamayan anılarak odaklanarak hikayeler üretiyor. Herkesin çalışma şekli farklı. Zorlayıcı ve baskıcı yaratım süreci de her daim sinemaya başarılı hikayeler vermiştir. The Weeknd’in canlandırdığı Tedros da bu karakterlerden biri. Alışılmışın dışında bir yaratım süreci tercih eden Tedros, yanındakileri taciz ederek, onların sınırlarını bazen fiziksel olarak da zorlayarak acılarından ve yaşantılarından hikayeler çıkarmalarını sağlıyor. Diziye göre, başarılı da oluyor. Ama yönteminin etikliği tartışma konusu ki dizinin üzerinde odaklandığı konulardan biri de bu zaten.

İş dünyası çakallar ile dolu söylemini hep komik bulmuşumdur. İnsanın olduğu her yerde, iş-aşk-sosyal hayat farketmez her daim bir sahtekarlık, hırs ve hınç vardır. Çoğumuz öncelikle kendimizi düşünürüz ve çıkarlarımız için uğraşırız. Bazen yakalanan fırsatları da başkalarını geride bırakmak, üzmek pahasına kullanmaya çalışırız. Bu mücadele en aşağıdan en yukarıya kadar her yerde var. Fakat yukarılara çıktıkça ve işin için milyonlar girdiği zaman, kimin kime nasıl kazık atacağını tahmin etmek bir Sherlock Holmes hikayesine dönüşüyor.

Sadece para da değil. Ün de sonucun bir parçası olduğunda kimin kimin arkasından iş çevireceğini en başarılı dedektifler bile çözemez. Dizide de bu karmaşayı görmek mümkün. Herkes birbirinden iş çalmak, para kazanmak için alternatif yöntemler bulmak ve yetenekleri diğerlerinin elinden kaçırmak için dört dönüyor. Dizide beni en eğlendiren kişi Eli Roth’un canlandırdığı Andrew Finkelstein oldu. Amerikan kültürünü takip etmeyi gerektiren esprileri ve gerçekçi yaklaşımı ile her sahnesinde beni güldürmeyi başardı. Özellikle Hunter Biden ve Kanye-Hitler yakıştırmalarında kahkahalarımla yeri göğü inlettim.

The Idol Arakat Mag

Feda Edilen Savaşlar

Dizinin belki de en çarpıcı ve biraz da ironik kısmı, Jocelyn’i canlandıran Lily-Ross Depp’in aslında gerçekten bir Jocelyn olması ve dizide canlandırdığı karakterle aynı paralellikte hareket ediyor olması. Jocelyn, dizide kendini göstermek için tüm seksiliğini ve bedeninin sırlarını kullanıyor ama tabii bu karakteri canlandıran Lily-Ross Depp olduğu için aslında ikisinin aynı kişi olduğunu ve sonuçta güzel oyuncunun bu karakteri tamamen kendini kanıtlamak ve ün için yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Başarılı olduğunu da söyleyebiliriz.

The Idol, adını en ücra köşelerdeki insanların dahi bildiği ünlülüğe sahip insanların birçoğumuzun normal olarak tanımladığı hayatın dışında, hatta çok dışında yaşadıkları hayatlara ve onların ünlülüklerini korumak için feda ettikleri savaşlara odaklanıyor. Dizi, hayatınıza çok bir şey katar mı bilmiyorum ama sektör hakkında ciddi bir ön izleme olabilir sizin için. Dizinin abartıldığını düşünüyorsanız, yanıldığınızı rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü tepelerdeki malikanelerde, adını bile bilmediğiniz zevkleri yaşayan bu insanlar, bazen dizilere bile fazla kaçacak sapkınlıklar içerisinde yaşıyorlar. Tabii herkes böyle değil, onu da not düşelim.

Valerii Ege Deshevykh’nin bütün yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.

Barbie: İnce Bir Çizgi

Yakıcı ve Yıkıcı Güç: Oppenheimer

Valerii Ege Deshevykh
Ukrainian Creative Director | Motion Picture Writer | Horror Freak

Dünyamız Artık Pembe: Barbie

Previous article

Aynı Hikayeye Farklı Bir Bakış: Bird Box Barcelona

Next article

Yorumlar

Yorumlar kapatıldı.

You may also like

More in HBO