David Fincher’ın Netflix’le olan ortaklığını devam ettirdiği yeni filmi The Killer nihayet izleyici karşısına çıktı. Michael Fassbender’in başrolde olduğu film, daha proje aşamasındayken sinema tarihinden birçok filmle ilişkilendirilmiş ve paylaşılan afişler bu görüşleri desteklemiş, Jean-Pierre Melville’in Le Samourai filmini akıllara getirmişti. Fincher’ın elbette Melville’den etkilendiği aşikar ama bu kiralık katil hikayesinde tek referans Le Samourai değil.
Fincher, kendi sinemasından, Hitchcock’a, Coppola’dan farklı tür referanslarına uzanan geniş bir yelpazeyle izleyiciyi karşılıyor. Her zaman etkin olduğu biçimsel tercihler ve sinema dili konusunda da iyi bir iş ortaya koyunca yine seyir zevki yüksek bir yapım sunmuş oluyor ama aynı şeyleri içerik konusunda söylemek mümkün değil. Hatta, film önemli bir manevradan sonra şaşırtıcı şekilde tekrara ve basitliğe indirgeniyor. Bu haliyle, doğal olarak kafaları karıştıracak, belki izleyiciyi ikiye bölecek bir sonuç vererek tartışmalara yol açabilir ama her halükarda bir Fincher filmi izlediğimizi hissediyoruz.
Fincher, The Killer’ı tıpkı Se7en filminde olduğu gibi isimsizlik üzerine kuruyor ve Fight Club filminde olduğu gibi karakterine birden fazla isim veriyor. Bu bile başlı başına bir referans içeriyor. Kaldı ki gerek renk tonlarının seçimi, gerek seçilen mekanlar ve kadrajlar, Fight Club atmosferini yeniden yaşatmayı, en azından izleyiciye bu atmosferi anımsatıyor. Tyler Durden’la akrabalık bağları bulunan kiralık katilimiz onun temsil ettiği anti kahraman özelliklerini barındırıyor: bilgili, karizmatik ve detaycı.
Uçak seyahatleri, marka konumlandırmaları, müzik tercihleri ve daha birçok detay ise isimsiz karakterin Palahniuk’un yeni bir hikayesinden fırlamış gibi durmasını sağlıyor. Dış ses kullanımını da eklersek bu benzerliğin bilinçli olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Zaten, Fincher hakkında yıllardır yazılan çizilen her incelemede onun ne kadar mükemmeliyetçi olduğu, bulanık ama steril olmak isteyen bir zihne sahip olduğu vurgusu yapılır ve yapımları da bu bilgiyle eleştirilir oldu. Hal böyle olunca ve kolumuzun altına eski filmlerini ve TV projelerini de koyunca The Killer’ın onun bu duruşunun yeni bir tezahürü olduğunu anlamak pek zor olmuyor. Fincher, ağır ilerleyen tempoya sahip bu estetik çalışmada yine kendini de açığa çıkarıyor.
Hikaye, bir kiralık katilin psikolojik yönünü içerse de sosyolojik açıdan da ilginç bir meseleye eğiliyor. Bir suçun/suçlunun çıkış noktaları için (özellikle ilk yarım saat) önemli doneler var. Tabii gözetleme üzerine, katil-hedef-kurban üçgenine dair, görsel sembollerle anlatılan detayları fark etmek ve bunları çözümlemek de izleyici için mümkün oluyor. Zaten sinema tarihine yapılan referanslar tam da bu noktada bizi “biraz” yokluyor.
Hitchcock’un Rear Window filmini anımsatan açılış ve benzerlik, Coppola’nın The Conversation filmini hatırladığımız konumlandırma ve mekansal seçimler, Melville sinemasının alameti farikası olan suçlu psikolojisi ve elbette Fincher filmografisinin biçimsel denemleri… Bütün bunlar filmin bir intikam hikayesine dönüştüğü yere kadar mükemmele yakın işleniyor ve yeni bir başyapıt ihtimaliyle bizi ekrana bağlıyor ama intikam bütün planı bozuyor. Biçimsel anlamda olmasa bile içerik anlamında ikinci sınıf bir TV filmin kodlarını takip etmeye başlıyor. Fincher, intikama evrilen bu önemli manevra öncesi tasarladığı her şeyi de sanki bir kenara bırakıyor ve karakter özelinde de bolca tekrara düşüyor. Bu kısımdan sonra filmi bitirmek, bir Fincher filmi izlemek yerine düz bir izle-unut deneyimine dönüşüyor.
Filmin bir çizgi romandan uyarlanması (Matz & Jacamon) ve Fincher’ın filmografisinden iyi bildiğimiz estetik bakışı, bu filmdeki biçim-içerik farkı konusunda elbette önemli etkenler arasında. Filmin ilk bölümüyle birlikte, sadece filmin biçimsel yetkinliklerinden haz almaya başlayıp Fassbender, dış ses, sinematografi üçgenine kendinizi kaptırırsanız, içerikteki kusurlar sizi rahatsız etmeyecektir. Bu sayede filmden mutlu bir deneyimle ayrılma olasılığınız da haliyle artacaktır. Burada Fassbender’in oyunculuk performansından da bahsetmek lazım. Fincher’ın Fight Club ve Se7en filmlerinde Brad Pitt’le yakaladığı cool, özgüveni yüksek ve “rahat” karakter bu kez Fassbender’in vücudunda ve kiralık katil olarak karşımızda. Steril ve amaca hizmet eden, ağır ama etkili tempoyu taşıyabilen performans dolayısıyla filmin de en kuvvetli yanlarından biri. Oyuncu özelinde de Steve Jobs filminden beri belki de en iyi performansı diyebilir, 7-8 yıldır biraz suskun olan aktör için güzel bir geri dönüş fırsatı olduğunu söyleyebiliriz.
Son tahlilde, The Killer için biçimsel anlamda ve atmosfer kurma becerisi üzerinden övgülere boğabileceğimizi belirtmek isterim. Fincher’ın mükemmeliyetçiliğini hem anlatıda hem de karakterde görmek mümkün. Fincher ve kiralık katilin işini yaparken kurdukları dünya ve adımlar neredeyse aynı. İçerik anlamında ise derinlikten uzak ve basit bir intikam öyküsüne dönüştüğünü tekrar söylersek sanırım yanlış olmaz. Neticede Fincher filmografisinde çok önemli bir yere sahip olamayacak The Killer, bu yıl özelinde iyi filmler arasında yerini bulabilir. Bol referanslı bir suç filmi arayanlar, bu tür ve bakışı sevenler ise aradıklarını fazlasıyla bulacaklar. Fincher’a Mindhunter devamı için baskının artacağı da bir gerçek.
Daha fazlası için bizi Twitter, Instagram, Discord ve Letterboxd aracılığıyla takip edebilirsiniz.
The Hunger Games: The Ballad of Songbirds & Snakes: Geçmişe Dönüş
Yorumlar