Sosyal medyada sinemayla ilgili haberleri takip ediyorsanız, son günlerde The Last Duel hakkında yazılanları mutlaka okumuşsunuzdur. Sir Ridley Scott’ın bu yıl sinemalarda karşımıza çıkacak iki filminden ilki olan The Last Duel, açılış hafta sonunda bütçesine kıyasla tatmin edici bir performans göstermemiş gibi duruyor. Bu durumun nedenlerinden yazının ilerleyen kısımlarında bahsedeceğim, ama şimdilik herkesin okumayı beklediği şeyleri bir aradan çıkaralım.
Hikayesinin temelini 1386’da Jean de Carouges ve Jacques Le Gris arasında gerçekleşen bir düellonun etrafına inşa eden The Last Duel, fazlasıyla başarılı bir film. Adam Driver, Matt Damon ve Ben Affleck üçlüsü karakterlerini dönemin atmosferine uygun, yaşayan tipler olarak yansıtmayı başarıyor ama esas takdiri Jodie Comer hak ediyor. Kendisinin yüksek ihtimalle Oscar’a layık görülecek performansı, filmin vuruculuğuna en büyük katkıyı sağlayan etmen. Ridley Scott’ın yönetmenliği, yılların getirdiği deneyimin gösterişten uzak bir dışa vurumu. Sade, etkili, eşsiz.
Sosyal medyanın tekrara dayalı yapısı sağ olsun, “Orta Çağ’da geçen MeToo filmi” etiketini onlarca kez duymuşsunuzdur The Last Duel için. Yanlış bir etiketleme olmasa da, hayli gereksiz ve filmin neden değerli olduğuyla ilgili en ufak bilgi içermiyor aslında bu etiket. The Last Duel’ı bu kadar başarılı yapan, yanlış ellerde felakete sürükleyebilecek onlarca etmenin herbirinin en iyi şekilde icra edilip Ridley Scott’ın ustalığıyla tek potada eritilmesi. Film aynı olayı üç farklı karakterin gözünden, üç kez anlatıyor. Sadece bu bile basit görünmesine rağmen altından kalkması fazlasıyla meşakkatli bir anlatı kararı. Yine de her tekrarda bazı illüzyonları yıkarak gerçeğe bir adım daha yaklaştığını hissettiriyor izleyiciye Scott. Matt Damon’ın Jean de Carouges’unun anlatısı, karakteri erdemli bir kahraman olarak resmederken, hemen ardından gelen Adam Driver’ın Jacques Le Gris’inin perspektifi Carouges’un cesur ama ahmak bir savaşçı olduğunun altını çiziyor. Farklı bakış açılarını art arda vererek karakterlerin kendilerini ve olayları değerlendiriş şekillerindeki değişikliklere dikkat çekiyor Scott. Böylelikle izleyiciye de yarım saat önce hissettiklerini sorgulatıyor ve işlemek istediği temayı, iletmek istediği mesajı alttan alttan işliyor.
Matt Damon, Adam Driver ve Ben Affleck üçlüsü, Ortaçağ filmlerinde onlarca örneğini gördüğümüz erkek karakter sterotiplerini başarıyla yansıtıyor. Sırasıyla onurlu ahmak yiğit savaşçı, kafasını kullanarak bir yerlere gelmiş kökende asil olmayan yaver ve alem düşkünü sorumsuz derebeyi tiplemelerini canlandıran oyuncular, üstlerine düşeni ziyadesiyle yerine getiriyor. Jodie Comer’ın canlandırdığı Marguerite’se, filmin ilk yarısı boyunca hiç üzerinde durulmayan bir karakterken ikinci yarıda parlıyor. Burada Comer’ın oyunculuğuyla ilgili takdir edilmesi gereken yegane kısım, aynı hikayenin farklı iterasyonlarında oyunculuğuna getirdiği değişiklikler. Diğer karakterler her versiyonda ana hatlarıyla aynı kalırken, Marguerite hikayenin her anlatılışıyla farklı bir kişiliğe bürünüyor adeta. Bu geçişleri büyük farklılıklar yerine nüanslarla işlemek kimin fikriydi bilmiyorum ama uygulanması noktasında Comer’ın takdiri hak ettiği, su götürmez bir gerçek. Filmin senaryosu yazılırken Matt Damon ve Ben Affleck ikilisinin kadın bakış açısını daha doğru yansıtabilmek için Nicole Holofcener’ı sürece dahil etmiş olması da etkisini gösteriyor.
Filmin pek çok izleyici tarafından bu kadar sevilmesinde mesajını kör göze parmak sokar gibi her fırsatta hatırlatma çabasına girmeyişinin de etkisi büyük. Dönemin olabildiğince gerçekçi bir portresini çizerek sizin görüşlerinizin, karakterler hakkındaki çıkarımlarınızın mesajı şekillendirmesini sağlıyor Scott ve ekibi. Marguerite karakteri, hakkını arayan sevilesi bir karakter olarak yansıtılsa da kendi kaderi üzerinde bile filmin atmosferine ihanet edecek kadar yetkiye sahip olmuyor asla. Bu çaresizlik hissi, her şeyini kaybetme riskiyle karşı karşıya bir kadının pervasızca sözleriyle bir düzen eleştirisine çeviriliyor adeta. Jodie Comer’ın yer yer fazla cesur replikler sarf ettiği de oluyor ancak bu sözlerin hiçbiri olay örgüsü üzerinde büyük etkiler yaratmıyor ve karakterin kısıtlı seçeneklerini artırmıyor. Marguerite’in hayatını etkileyen iki adamdan birinin diğerinden daha iyi olmadığını sık sık hatırlatıyor ve bu trajik düzenin içindeki hapsolmuşluk hissini izleyiciye çok iyi geçiriyor film.
Filme adını veren düello, ancak son perdede kendine yer buluyorsa da etkileyiciliği biraz olsun azalmıyor. Burada durup The Last Duel’a aksiyon filmi beklentisiyle yaklaşılmaması gerektiğini hatırlatmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Çünkü Carouges ve Le Gris arasındaki düello görsel açıdan fazlasıyla tatmin edici olsa da, epik bir dövüş olmaktan bir hayli uzak. Filmin geçtiği dönemde bile düellolar ölmekte olan bir gelenek olduğundan, karakterlerin etkileşimi de teknik bir karşılaşmadan çok dövüş çukuru vahşiliğine yakın. Scott’ın düello sahnesi süresince boş bir meydanı, coğrafyanın etkili olduğu bir mekan haline getirişi tecrübesini ispatlıyor. Çekim tekniği, hem darbelerin yoğunluğunu hissettirebilecek hem de aksiyonu temiz bir şekilde görselleştirebilecek ustalıkta. Kostüm, makyaj vb. departmanların sanatı, ses kurgusunun etkisiyle birleşince neredeyse hiçbir Ortaçağ filminde hissetmediğiniz kadar gerçek olduğunu hissediyorsunuz o zırhların. İçinde ortalama izleyicinin bile anlayabileceği ufak anlamsızlıklar barındırsa da, iki metal devin dakikalar süren bu karşılaşması, seyir zevki yüksek bir deneyim sunuyor izleyiciye.
The Last Duel’ın bir film olarak değeri hakkında söyleyeceklerim bitti. Ama yazıyı sonlandırmadan önce girişte bahsettiğim düşük gişe performansı hakkında da bir şeyler söylemek istiyorum. 20th Century Studios yapımı olan film, daha pre-prodüksiyon sürecinden stüdyosunun Walt Disney Studios tarafından satın alınışının sancılarını hissetmiş. İşin içine bir de pandemi girip çıkış tarihi ertelenince, gişede çakılmasının bir miktar kaçınılmaz hale geldiği söylenebilir. Film için seçilen çıkış tarihinin yılın en çok beklenen filmi Dune’dan sadece bir hafta önce olduğu da göz önüne alınırsa pazarlama tarafındaki bu sessizliğin, stüdyonun stratejisini filmin maaliyetini karşılamaktan çok, daha fazla harcama yapmama üzerine kurduğuna işaret ettiğini söyleyebiliriz. Ridley Scott zaten gişe sonuçlarını önemsemeyi bırakalı belli bir süre olmuştur, projeye dahil olan diğer isimler de eleştirel başarılarıyla yeterince mutludur muhtemelen, dolayısıyla ortada en azından sanatçılar için aşırı sıkıntılı bir durum olmadığı söylenebilir. Yine de bu kadar olumlu yorumlar almış bir filmin, seyirci tarafından neredeyse hiç sahiplenilmeyişi, Scorsese dedemizin gereğinden fazla tartışma yaratan “tema parkı” açıklaması ve modern izleyicinin yönelimleriyle ilgili endişe uyandıran çıkarımlara itiyor bizi. Sir Ridley Scott, bu yıl çıkacak diğer filmi House of Gucci’yle birlikte Oscar yarışına çift ayaktan katılacak gibi duruyorsa da sinemanın geleceğiyle ilgili bu iç karartıcı tablonun neye evrileceğini hep birlikte göreceğiz.
Yorumlar