Bu sene Cannes Film Festivali’nde Caméra d’Or (Altın Kamera) ödülüyle ayrılan The President’s Cake, siyasi olayları dışında sinemada pek görünür olmayan bir ülke olan Irak sinemasının dönüm noktası olarak dikkat çekiyor. Irak, bu film sayesinde gerçek olaylardan uzun bir süre sonra bir ülke olarak sanat alanında tekrar hatırlandı.
Halk kıtlık içinde yaşarken Saddam Hüseyin’in doğum günü kutlaması kapsamında her yerde pasta yenilmesi zorunlu hale getiriliyor, bu esnada başları sürekli belaya giren çocukları izlerken bir yandan da hüzünleniyorsunuz. Diğer bir yandan, diktatörlükle yönetilen rejimlerin insanlarına ne kadar değer vermediğinin portresi çiziliyor. Bu durum yüzünden hayatlarını endişe ve korkuyla yaşayan çocukları görüyoruz. Ülkemizde dahi çocukların ekonomi hesabı yaparak büyüdüğünü göz önünde bulundurursak, Irak diktatörlük dönemlerinde nelerin yaşandığını bir de siz düşünün.
Hasan Hadi’nin The President’s Cake filmi, İran sinemasına ait 80’ler sonu-90’lar başında çocukların başrollere yerleştiği yalın ve vurucu filmleri hatırlatıyor. O dönemde küçücük bütçelerle muhteşem sinema eserleri ortaya çıkarılmıştı. The President’s Cake de bu yoldan giderek sinema yapma iddiasından geri adım atmayan son derece büyük bir film sunuyor.

Klasik Sinemaya Bir Ağıt
Sinema; günümüzde video klipleri andıran kurgulara, yakın planların revaçta olduğu televizyon estetiğine ve Hollywood filmlerinden ilhamla içi boşaltılmış/paketi güzel görünen filmlere evrilmiş durumda. Yönetmen Hasan Hadi ise klasik sinemanın peşinden ilerleyerek 35 mm kamerayla çekilen filmlerin ruhunu yeniden canlandırmayı başarmış görünüyor. Başroldeki çocukların peşinden ilerlerken bir yerden bir yere sürüklendiğimiz bu yapıt, basit gibi görünen karmaşık bir hikayeyi bizlere sunuyor.
Kiarostami filmlerinde çokça gördüğümüz bu yöntem, çocuk karakterlerin varlığıyla da doğal olarak ustanın filmlerini anımsatıyor. Pasta bulmak için koca şehrin içinde kaybolan çocukları anlatan hikaye, karşılaştıkları her türden insana yer verip Irak’ta dönemin insan profilleriyle tanışmamıza izin veriyor. Okullarda ölüm cezası ile korkutulan çocukların sevdikleri için endişe etmek zorunda bırakıldığı bu coğrafyada, karakterleri bir kenara bırakırsak asıl başrol fakirlik oluyor. Para kazanma mecburiyeti yüzünden ana karakterlerimizin kaotik ve acımasız dünyada hayatta kalma mücadelesini izliyoruz.

Gerçeklerin Yıkıcı Etkisi
Film, duygu sömürüsü yapmaktansa dönemin zorluklarının insan hayatını nasıl etkilediğini ustalıklı bir sinematografiyle sunuyor. Sinema duygusunu körükleyen geniş açılı kadrajlar, filmin geçtiği mekanları korkusuzca çerçeveliyor. Teknoloji bağımlısı insanlar oluşmadan önceki dünyayı anlatması sebebiyle, çocuk olmanın tuhaflıkları üzerine muazzam tespitlerde bulunuluyor. Dünyanın bütün kolalarını içmek isteyen Lamia ve o bayıldığı ejderha oyun aletinin bulunduğu lunaparkta hırsızlık yapmak zorunda bırakılan Saeed, çocuk olmanın zorluklarını tüm masumiyetleriyle açıkça ifade edebiliyor.
Özellikle son dönemde İran filmlerinde daha çok tercih edilen “konuşan kafa” filmlerinin aksine, The President’s Cake Cannes’dan Altın Kamera ödülü alabilecek kadar saf bir sinema deneyimi sunuyor. Yönetmen, şehir merkezinden dışarı çıkarak Irak’ın köylerindeki coğrafi farklılıkları da filme dahil ediyor. Bu bölgede Venedik’i andıran kayıklarla ulaşım sağlayan insan manzaraları, zaman zaman filme belgeselvari bir hava katsa da, film kurmaca tavrından asla ödün vermiyor. Başarılı senaryosundaki çarpıcı diyalogları ve düşündüren çatışmaları sayesinde seyircinin farklı duygularla cebelleşmesini sağlıyor.
Masumiyetin simgesi haline gelen kırmızı balonun her uçtuğu sahnede, ana karakterlerin zorla çocukluktan yetişkinliğe itildiğini görüyoruz. Hayat şartlarının oluşturduğu koşulları bir kenara bırakırsak, filmde dünyanın ne kadar pis bir yer oluğunu görme şansımız oluyor. Çocuk istismarcıları, üçkağıtçı satıcılar, sis bulutlarının altında kaybolan eril düzenin puslu ahlaksızlıkları ve adaletin “tek adamcılığa” bağlı olduğu kirli bir yönetimin anatomisini izliyoruz. Olan yine masumlara oluyor ve çocukların bile umudunun kalmadığı bir bataklığın kırıntılarına odaklanıyoruz.

Sonun Başlangıcında Masum Kalma Yarışı
Film, çivit mavisi gökyüzünü delen kükreyen savaş uçaklarıyla açılıyor. Çevredeki sular sakin, palmiye ağaçları henüz sarsılmamış halde… Bu pastoral ortam, Saddam Hüseyin‘in Irak’ın güneyinde bir bataklık inşa ettiğini gizleyemiyor. Kuveyt’ten Amerikalılar tarafından bozguna uğratılan ordu, felaketin eşiğindeyken halkın durumu anlamaması için bir yalan bayramı inşa ediyor. Sonun başlangıcı gelirken, olacaklardan habersiz insanların çaresizliğini izlemek de bu yüzden zor ve yorucu hale geliyor. Böylece, sinemanın zaman zaman bu tür sorumlulukları olduğunu hatırlıyoruz. Politikanın yıkıcı etkisi her zaman “filler ve çimen” analojisini yaratıyor.
Sonuç olarak devlet politikalarını ve savaşın kara deliği andıran yok edici etkisini The President’s Cake’de masum iki karakter üzerinden takip ediyoruz. Türkiye bu coğrafyaya yakın olduğu için yaşanacak acıların farkındayken, Batılılar olaylara daha oryantalist bakıyor. Hasan Hadi ise yıkımın sonuçlarını filminde öne çıkarmak istemiyor. Bunun yerine, çocukların geleceksiz yaşantılarını mercek altına alıyor. Bu tercih, sinemadan ödün vermeme gerekçesiyle filmin hem vurucu hem de tüyleri diken diken bir yolculuğa evrilmesine olanak tanıyor. Böylelikle, beklenmedik şekilde yılın en iyi filmlerinden birini izlemiş oluyoruz.
Haktan Kaan İçel’in diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.






















Yorumlar