2024 mini seriler için harika bir yıl olmaya devam ediyor. Son yıllarda başlayan bu furya, bu yıl Shogun fırtınasıyla beraber popülerliğinin zirvesine ulaştı, Ripley, One Day, Ted gibi dönemsel fenomenler yarattı. Will Tracy‘in (Succession, The Menu) yazarlığını yaptığı The Regime, mini serilerin birbiri ile yarıştığı bir dönemde çıkmasından ötürü biraz göz ardı edildi. Orta Avrupa’da, isimsiz bir hayali ülkede geçen hikaye, Şansölye Elena Vernham (Kate Winslet) çevresinde gelişen olayları, gücün yozlaştırıcılığı ve liderlerin kabiliyetsizliği yönünden ele alıyor.
Popülist Otoriterlik Üzerine Bir Mini Seri
1967 yılında siyaset teorisyeni Isaiah Berlin, popülizmi tanımlarken, her örneğin kendisine özel olarak incelenmesi gerektiğini ve formülize edilmemesi gerektiği görüşünü savunuyor. Bununla beraber en temel popülist fikir olarak, ‘gerçek halkın’ ekonomik, politik veya ırksal, bir tür gizli veya açık düşman olan elit bir kesim tarafından zarar gördüğü düşüncesi olduğunu söylüyor. Buna ek olarak, Princeton Üniversitesi siyaset filozofu Jan-Werner Müller 2016 yılında popülistlerin “Elitistlik karşıtı olmalarının yanı sıra her zaman çoğulculuk karşıtıdırlar.” diyor. Ona göre; “Popülistler kendilerinin ve yalnızca kendilerinin halkı temsil ettiğini iddia ediyor.”
The Regime‘in nevrotik ana karakteri Şansölye Elena Vernham, her açıdan bu tanıma uyuyor. Karakterle ilgili her detay ince düşünülmüş. Çoğu zaman Elena’nın verdiği kararlar tüm karakterleri etkiliyor ve bu nedenle onun gerçek olduğunu hissettirmek için çok süre harcanıyor. Kendisi hakkında öğrendiğimiz ilk şey olan temizlik hastalığı, yaşadığı sarayın ölümcül küf sporları tarafından istila edildiğine dair olan korkusu, Elena’nın paranoyasını ilk dakikadan ele veriyor. Bununla beraber de, sarayın içten çürüdüğünün iyi yazılmış bir alegorisi.
Takıntıların İktidara Etkisi
Şansölye Elena Vernham birçok açıdan Vladimir Putin ile özdeşleşiyor. Temizlik hastalığının yanı sıra, Elena’nın takıntılı olduğu bir de Faban Koridoru meselesi var. Kurgusal bir bölge olan Faban Koridoru, Elena’nın yıllardır ilhak etmek istediği bir toprak parçası. Tıpkı Ukrayna gibi, Faban’dan da ekonomik bir koridor geçiyor. Bu da bu bölgeyi Elena’nın ülkesi için çok değerli kılıyor. Buna karşılık, bu bölgeyi ilhak etmenin bedeli mevcuttaki Batılı müttefiklerini kaybetmek. Bir süre sonra Faban Koridoru meselesi, uluslarası bir iktidar mücadelesine dönüyor.
İktidar mücadelesi, içte ve dışta, dizinin her yerinde mevcut aslında. Bir diğer sözde başrol Matthias Schoenaerts‘in, Kate Winslet ile işbirliği bu değil. 2014 yılında Alan Rickman imzalı A Little Chaos‘da başrolleri paylaşıyorlardı ve dinamikleri daha iyiydi. The Regime‘de ise oyuncuya yazılan rol kesinlikle ilgi çekici değil ve bunun kurbanı oluyor. Çoğu zaman aktörün oyunu, yazılanın önüne geçiyor ve izleyicide kekremsi bir tat bırakıyor.
Herbert Zubak, ki kendisi “Kasap” olarak anılıyor, eski bir asker ve Elena’nın yeni ‘nem kontrolcüsü’. Görevinin gerekliliği olarak sürekli onun yanında oluyor, böylece ikili arasında tuhaf bir ilişki başlıyor. Elena kameralar karşısında “ulusun annesi” kameralar kapandığında ise küçük bir kıza dönüyor. Babasıyla yaşadığı şiddetli geçmişi, karakterde çok derin mental hastalıklar bırakmış. Benim için, ölmüş (ve ölü bedenini camdan bir tabuta koymuş) babası ile konuşması, hiç beklenmedikti. Kate Winslet bu ve bunun gibi sahneleri ustalıkla taşıyor.
Teknik Detaylara Bir Övgü
Kostüm dizaynından sorumlu Consolata Boyle, The Regime‘in tematik bütünlüğünü kusursuz sağlıyor. The Queen (2006) ve Florence Foster Jenkins (2016) gibi işlerden, temaya uzak olmadığını zaten biliyoruz. Kurgusal bir Orta Avrupa ülkesinde geçse de, kostümler oldukça otantik hissettiriyor. Bu konuda üçüncü bölüm çok şey söylüyor. Zubak’ın giydiği üniforma, buram buram Prusya etkisi kokuyor.
The Regime çok odaklı ve altı bölümde bir mini serinin anlatabileceği her şeyi anlatıyor. Siyasi açıdan söylemi biraz zayıf kalsa da, kurgu bir iş olduğunu unutmuyor. Son dönemde yükselen “modern otokrasi” özentilerini eleştirmekten geri durmuyor. Bunu yaparken romantizmi ön planda tutuyor fakat bu etkileyici bir iş olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Uğurcan Çağlayan‘ın diğer yazılarına bakmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Twitter, Instagram, Discord ve Letterboxd aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar