“Bir yönetmen kendi ülkesinde yaptığı filmleri bütün kalbiyle yapar.”
Asghar Farhadi’nin Antalya Film Festivalinde gerçekleştirdiği söyleşide söylediği bu cümle ile The Salesman isimli filminin ne kadar yerel olacağının ilk sinyalini verdi. Yine aynı söyleşide söylediği “Bir yönetmen ne kadar yerel olursa o kadar global olur.” sözlerinin anlamını da tam olarak bu filminde göstermiştir.
Böyle bir eminlikle söylediği sözlerinin karşılığını da Cannes Film Festivalinde En İyi Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini kazanarak ve ardından geçtiğimiz günlerde yapılan Akademi Ödüllerinde Yabancı Dilde En İyi Film Oscarı’nı kazanarak ne kadar haklı olduğunu hepimize ispatlamıştır.
Asghar Farhadi daha önceki filmlerinde çalıştığı bir çok isimle bu filminde de tekrar çalışmayı tercih etmiştir. Kendi ülkesinde ve tanıdığı isimlerle çalışma fırsatı Asghar Farhadi’nin bu filminin başarısını olumlu yönde etkilemiştir. Bu isimlerin başında Shahab Hosseini (Emad Etesami), Taraneh Alidoosti (Rana Etesami), Babak Karimi (Babak) oyuncu olarak karşımıza çıkmıştır. Aynı zamanda Asghar Farhadi bu filminde görüntü yönetmeni olarak Hossein Jafarian ile de ‘Elly Hakkında’ filminden sonra tekrar çalışmayı tercih etmiştir.
Kendi köklerinden, yaşadığı ülkenin kültüründen fazlasıyla etkilenen ve oldukça yerel sorunlardan yola çıkan bu filmle yönetmen daha önceki filmlerinde olduğu gibi bütün insanlığın ortak hislerine dokunmuştur. Filmi izlerken adeta Asghar Farhadi’nin filmde kullandığı mekanlarda daha önce bulunduğu, bu mekanlarda hatıraları olduğu ve karakterleri oluştururken hangi karakter filmde neredeyse orada gerçekten yaşadığı hissine kapılırız.
Yönetmen işte bu yerellik-kişisellik ile yola çıkarak, bütün insanlık için ortak bir duygu olan utanç, vicdan, kadın-erkek ilişkileri, aile, toplum, yönetim, sanatta olan baskı gibi konuları ele almıştır. Bazen yönetmenin şehre, insanlara, ülkesine, ilişkilerine baktığında düşündüğü fazlaca kişisel olan düşünceleri dahi adeta film boyunca Farhadi’nin kendi ağzından duyarmış gibi oluyoruz.
The Salesman, yakınlarındaki inşaattan dolayı evleri zarar gören ve başka eve taşınmak zorunda kalan Rana ve Emad çiftinin ev bulma sorunuyla baş başa kalması ile başlar. Tiyatrodan arkadaşlarının yardımıyla yeni bir eve taşınmaları ile devam eder. Ancak yeni taşındıkları bu evin eski kiracısı ‘evine fazlasıyla misafir kabul eden’ ‘yalnız’ bir kadındır ve çiftimizin bundan henüz daha haberleri yoktur. Ta ki eski kiracıyı görmek için bu eve gelen bir erkek tarafından Rana bir saldırıya maruz kalana dek. İşte bu dakikadan itibaren bizi iyiden iyiye içine alan film Rana’nın içine kapanması, eşinin böyle bir saldırıya maruz kalmasına dayanamayan Emad’ın intikam peşinde koşmaya başlamasıyla bizi oradan oraya sürükler. Onlarla birlikte o anda aynı hisleri paylaşabilmemizi isteyen yönetmen bizi biz yapan insani duygularımıza fazlaca dokunmakta adeta yer yer duygularımıza çomak sokmaktan da geri kalmamaktadır. 120 dakikalık film boyunca bolca vicdan muhasebesi yapmamıza sebep olan yönetmen, kadın-erkek dünyalarını da çok iyi anlamamıza sebep olmaktadır. Rana’nın bu saldırıyla yüzleşememesi, Emad’ın saldırgan ile yüzleşmek istemesi ve bizim böyle bir durumda ne yapmamız gerektiği düşünceleri filmin üzerimizdeki etkisinin mükemmel bir göstergesidir.
Film boyunca bolca yerleştirilmiş imge ve göndermeler ile de izleyicinin filmi izlerken aynı zamanda gerçek dünyayla olan bağlarını da sağlamlaştırmıştır.
Emad öğretmenlik yaptığı sınıfta öğrencilerine Gholam Hossein’in ‘İnek’ isimli öyküsünü anlatır ve bu öykü ile bir toplumun nasıl ‘yavaş yavaş’ değiştiğine muhteşem bir gönderme yapmaktadır. İran kültürünün bu ‘yavaş yavaş’ değişimini iğneleyici bir dil ile de eleştirmektedir. Yine benzer bir eleştiriyi bir takside yolculuk ederken yanında oturan kadının Emad’den rahatsız olması ve diğer yolcu ile yer değiştirmesini istemesiyle de toplumun ne kadar huzursuz, güvensiz bir ortamda yaşadığını bize göstermektedir.
Ingmar Bergman’a sormuşlar:
“Gidişat kötü, dünya nasıl kurtulacak?”
“Utanç… Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir”
Asghar Farhadi, Bergman’ın bu cevabından fazlasıyla etkilenmiş olacak ki filmin bir sahnesinde I. Bergman’ın Skammen filminin afişini göstererek büyük ustaya da selam vermeyi ihmal etmemiştir.
Emad’ın sergilediği oyundaki bir sahnede kadın oyuncunun çıplak bir karakteri montlu bir şekilde canlandırması gibi ince eleştirileri araya sıkıştırmaktan asla geri kalmamıştır. Bu gibi birçok eleştiri ile İran’da yaşatılmaya çalışılan sanatın ne gibi sorunlarla karşılaşıldığını da göstermek gibi bir görev edinmiştir.
Bu kadar ince ve bir o kadar başarılı gönderme ve eleştirinin içerisinde yönetmen bir sahnede bence filmin en önemli karakterlerinden olan Tahran şehrinin, mimarisi özelinde, 1970 İran İslam Devrimine de gönderme yapmayı ihmal etmemiştir. Emad ve arkadaşı Babak arasında ev arama serüveni sırasında geçen bir diyalogda Babak çarpık kentleşmiş, eski, yıkık ve mimari açıdan oldukça zayıf olan şehri göstererek “Bu şehri yıkıp yeniden yapmak gerek” der. Amed’te cevaben “Onu zaten yaptılar” sözleriyle eleştirisini de gerçekleştirmektedir.
Böylesine naif bir gerçek dünyadan beslenme ile film dünyasını kuran yönetmen yine bu inceliğini filmin dünyasındaki duygusallık ve mantık ile de örmüştür. Senaryosunu adeta satır satır işlerken, izleyicinin kafasında boşluk oluşmasına izin vermemektedir. Kişisellik-Yerellik-Evrensellik olgularını da bu incelikle harmanlamayı çok başarılı bir şekilde gerçekleştirmiştir.
Ayrıca Asghar Farhadi zihnimizde uçmasına izin verdiği bu düşünce uçurtmalarının iplerini de çok sıkı bir şekilde elinde tutarak, yapılan eleştiri ve göndermelerin yanlış anlaşılmasının, anlatılmak istenen düşünceden farklı bir anlam çıkarılmasının da önüne geçmiştir. Adeta bu filmde bize katmanlı senaryosu sayesinde ciltlerce sürecek bir romanda anlatılacak olayı iki saatte anlatarak sinema koltuğundan uzunca bir romanı okumuşuz etkisiyle kalkmamızı da sağlamıştır.
Böylesine güzel bir filmin Oscar başarısının, siyasi söylemlere dayandırılmaması umudu ile.
Yorumlar