0

Sanırım hayat boyu Voldemort karakteri ile hatırlayacağım Ralph Fiennes’in yönetmenliğini yaptığı The White Crow, Rudolf Nureyev’in gerçek hikayesini anlatıyor. Rudolf, balet olmak isteyen inanılmaz hırslı bir gençtir. Petersburg’da başladığı bale macerası onu Fransa, Paris’e kadar götürür. Ve geldiği Paris’te, kendini kanıtlamayı başarır. Kendisinin internetteki videolarını izlerseniz ne kadar iyi bir balet olduğunu görebilirsiniz. Filmde kendisini canlandıran Oleg Ivenko muhteşem bir performans gösteriyor ve resmen Rudolf’ü kendisi gibi oynuyor. Fakat bütün hikaye bundan ibaret değil. Sıkı çalışan bir gencin zamanı gelince başarılı olması filmin ana temasını oluşturmuyor. Ana tema, Sovyetler Birliği’nin yıllarca sanatçılarına ve insanlarına yaşattığı bunaltıcı baskıdır.

Rudolf, zorlu bir çocukluk sonrası kendini tamamen dansa verir. Balet olmak en büyük hayalidir. Bu konuda da oldukça hırslıdır. Ama hırs tehlikeli olabilir. Rudolf’ün hırsı onu ileriye taşır fakat sosyal açıdan da geriye götürür. İletişim kurmakta zorlanan biridir. Çünkü kabadır. İçerisinde yatan cevheri bilmesine rağmen bunu birinin çıkarmasına ihtiyacı vardır ve bu “birine” hep kaba davranmaktadır. Ta ki Ralph Fiennes’in canlandırdığı yeni hocası Pushkin ile karşılaşana kadar. Sakin bir adam olan Pushkin, Rudolf ile yakından ilgilenmeye başlar hatta onu ailesinin bir parçası yapar. Rudolf, ilk defa ilgi ile karşılaşır ve bu ilginin de karşılığını sonuna kadar verir. Hırsını törpülemeyi öğrenen Rudolf böylece kendini geliştirip Paris turnesinin bir parçası olmayı başarır.

Sovyetler Birliği, komünizm ile yönetilmeye çalışılan bir ülkeydi. Devlet’in sloganı çok basitti: Biz size yatırım yaparız, siz de bize karşılığını geri verirsiniz. O dönemleri yaşamış annemle her konuşmamda Sovyetler’i özlediğini söyler. Yaşam daha kolaymış. Tabii kurallara uyarsanız. Devletin sizi durduk yere baskılamak gibi bir tavrı olmasa da biraz açıldığınız anda devlet elini omzunuza koyabilecek kadar güçlü bir oluşumdu. Birçok önemli sanatçı, devlet ile bu sebeple sorunlar yaşamıştır. Sovyetler döneminde sanatçılar, başka ülkelere -ancak- kontrollü bir şekilde gidebilirdi; hatta gidemez, gönderilirdi. Sizi gönderen ve parasını karşılayan Sovyetler’dir. Fakat tüm hareketlerinizin de takipçisi olurlar. Yabancı ülkede geçirdiğiniz süre boyunca yaptığınız ve yapacağınız her şey gözlemlenir.

Birkaç örnek vermem gerekirse: Sergei Eisenstein, Amerika’ya film çekmeye gidip orada başarısız olduğunda devlet ile arası bozulmuş ve geri dönme konusunda sorunlar yaşamıştır. Andrei Tarkovsky, devlet tarafından bolca desteklenmiş bir insan olsa da hiçbir zaman özgür kalamamış, devletin soğuk elini hep omzunda hissetmiştir. Bunu da günlüklerinde yazmıştır. Sergei Paracanov ise diğer 2 yönetmen kadar şanslı değildir. O maalesef kendini hapiste bulmuştur. Sovyetler döneminde devlet size sanat yapmanız için yardım eder. Diğer ülkelerde de takdir görürseniz, mesela Fransa’da ya da İtalya’da ödül almanıza da destek verirdi ama kafanızda oluşabilecek “acaba Fransa’da mı kalsam” düşüncesini anladıkları anda tepenize binerlerdi. Sonuçta devlet yatırımının karşılığını beyin göçü olarak almak istemiyordu. Böyle böyle onlarca insan hapishane yollarını tuttu.

Rudolf’ün hikayesi de işte bu paradoksun bir parçasıydı. Rudolf’ün bütün bale giderleri devlet tarafından karşılanmıştı. Onu Fransa’ya gönderen de Sovyetler’di. Fakat Rudolf, Fransa’da gösterdiği başarılı performans ile oradaki seyircinin ilgisini çeker ve ana odağı olur. Herkes onun gösterisine, dansına bayılır. Sahnedeki yükselişi dışarıda da devam eder; insanlar onla tanışmak ister, görüşmek ister. Rudolf de bu ilgiden oldukça memnundur. Fransa’ya gelmişim neden gezmeyeyim diyen Rudolf hem gezer, hem insanlarla tanışır hem de iş ilişkilerini genişletir.

Tabii bu durum onları oraya getiren yetkilileri rahatsız eder. Devletin soğuk eli bu sefer Rudolf’ün üzerindedir. Sovyetlere göre Rudolf’ün yaptığı hainliktir. Rudolf’e göre de yaptığı sıradan, normal bir sosyalleşme çabasıdır. Bu karmaşanın sonu da havalimanında biter. Filmde de izleyeceğiniz gibi, Rudolf kaşla göz arasında Fransız polislerine kaçarak sığınma ister. Fransa’da kurduğu bağlantıların sonucunda Rusya’ya döndüğünde hapse gireceğini bilen Rudolf’ün hayallerini yaşaması için tek çare birkaç saniyelik bir koşuda bitiyordu. Bunu da yaparak hayatı boyunca Fransa’da yaşama şansını yakaladı. Bu şans herkesin yakalayabileceği bir şey değildi.

Sovyetler Birliği’nden çıkmak da, içeri girmek de zordur. Çıktınız mı, devlet ile beraber çıkarsınız. Devlet olmadan çıkarsanız da bir daha giremezsiniz. Rudolf, yıllar yıllar sonra geri dönmeyi başaran sayılı kişilerden biridir. Hayatını Fransa’da geçirmiş olmasına rağmen her daim “acaba” duygusunu içinde taşımış, suikaste uğrayabileceğini düşünmüştür. Film, Rudolf’ün hayatını aktarıyor olsa da aslında Sovyetler Birliği ve Sanat ilişkisini derinden anlatan ve inceleyen özel ve güzel bir filmdir. Yavaş ilerlemesine karşın sıkmayan, kendini izlettiren bir film. Kurgulardaki sert kesmeler hariç üzerine çok fazla konuşulacak bir eksisi de yok. Dil açısından çok uluslu olması sizi rahatsız etmezse, içerik ve derinlik ilginizi çekecektir. Bir noktadan sonra Rudolf için endişe etmeye başlıyorsunuz ki filmin istediği de budur. Endişe etmeye başladığınız anda itibaren de film sizin için bir dans filminden çıkıp, geri dönüşü olmayan bir gerilime dönüşüyor.

8

Valerii Ege Deshevykh
Ukrainian Creative Director | Motion Picture Writer | Horror Freak

Hiç Kimse Olmak: Doom Patrol

Previous article

Dünyanın En Güçlüsü: One-Punch Man

Next article

Yorumlar

Yorumlar kapatıldı.

You may also like