Usta yönetmen George Miller, yedi senelik bir aradan sonra geri döndü. Son filmi hala ilk günkü gibi hafızamızda yerini koruyor. Birçoklarının, Cahiers du Cinema’nın bile 21. yüzyılın en iyi filmleri arasına koyduğu Mad Max: Fury Road sonrası haliyle yönetmenden esaslı bir film bekliyorduk. Bu film, o film değil. Fakat kötü bir film olduğunu da söyleyemeyiz. George Miller, her zamanki gibi yönetmenliğini ve hikaye anlatıcılığını konuşturmuş. Lakin filmin temposunu bozan, kalitesini düşüren ne varsa hepsi, maalesef Türk menşeli. Üzgünüm ama gerçekler acıdır.
Kısaca konusuna değinelim… Kendini öğrenmeye adamış yalnız bir kadın olan Alithea, İstanbul’a bir konferans için gelir. Her yabancıda olduğu gibi onu da Kapalı Çarşı’ya götürürler. Orada kendine cam bir şişe satın alan Alithea, şişeyi yanlışlıkla kırınca içinden bir cin çıkar ve klasik bir şekilde üç dilek hakkı olduğunu söyler. Lakin Alithea, mitolojiyi ezbere bildiği için dilek dilemenin kötü sonuçlanacağını söyler. Bunun üzerine de cin, kendi hayatını ona anlatmaya başlayıp onu dilemeye ikna etmeye çalışır.
Film, gücünü masalsı anlatımından alıyor. Anlatılan, özellikle Osmanlı kısmındaki hikayelerin ve dizaynlarının orijinaline uymadığını söyleyebiliriz lakin ne kitabın yazarı A.S. Byatt ne de yönetmen George Miller, gerçeği aramıyor. Yönetmen, efsaneleri masallaştırarak gerçeklikten uzaklaştırmayı seçmiş. Böylece de görsel bir şölen sunma şansı da yakalamış. Osmanlı kısmındaki bazı sahneler ve Sheba kısmı gerçekten şahaneydi. Özellikle Sheba bölümü, filmin en güzel kısmı. Erkek denen varlığın basitliği üzerine kurulu bu bölümün işlenişi, eklenen fantastik detayları ve görseli gerçekten şahane.
Yönetmen, yüzyıllardır yaşayan bir cinin dilinden bize kısa bir zamanda yolculuk sunuyor. Hikayenin temelinde nostaljik dönemin günümüzle arasındaki ironik ilişkisi var. Masalsı zamanlar, yerini bilime adanmış, tüm o kahramanlardan uzak bir dünyaya bırakmış durumda. Yönetmenin “gerçekten” uzak kalmasının temelinde de bilim var. Çünkü rasyonel bir dünyadayız artık. O sebeple George Miller, Osmanlı’yı gerçek imajı ile yansıtmak yerine masalsı bir yöntem seçiyor. Bu yaklaşım, beni cezbetse de filmin işleyişinde bir sıkıntı var. Bu sıkıntı da yönetmenle alakalı değil.
Filmin büyük bir bölümü Türkiye’de geçiyor ve oyuncuların neredeyse yarısı Türk. Idris Elba bile Türkçe konuşuyor. Lakin kimse de çıkıp Idris Elba’ya ne kadar saçma cümleler kurduğunu hatta cümle bile kurmadığını, saçmaladığını söylememiş olsa gerek. Filmdeki, şahane bir oyuncusu olmasına rağmen Zerrin Tekindor dahil tüm Türk oyuncular kötü bir iş çıkarmış. Oyunculuklar berbat, replikler berbat. Bu sorunun temelinde ise Türkiye’nin ve Türkiye’deki oyuncuların böylesine ihtişamlı işlere alışık olmaması var. Uluslararası olması gereken bir filmi yine yerel kalarak maalesef aşağı çekmişler. Oyuncu kadrosunda Türkler varken prodüksiyonu yabancılar yapınca da kimse çıkıp “burada bir sorun var” dememiş.
Sözün özü… Three Thousand Years of Longing, masalsı sinemanın kült filmlerinden biri olabilecekken maalesef Türkiye kısımlarında düşen tempo ve kötü işçilik sebepli fırsatı kaçırmış bir film. Sheba kısmında harika bir iş çıkaran George Miller’ın Osmanlı’ya gelince sırıtması, yönetmenle alakalı değil. Halbuki yönetmenin günümüz ile geçmiş arasındaki farkı irdeleyen bakış açısını çok beğendim. Gerçekten uzaklaşan masalsı anlatımı da şahane. Alithea ile Cin arasındaki sohbetler de ayrı keyifli. Fakat işte bir şeyler ters gitmiş ve film, mükemmel olmayı ucundan kaçırmış.
Yorumlar