* Bu yazı 2022 senesinde yeni bilgiler ile güncenllenmiştir.
Türk sineması 90’larda resmen ölü taklidi yaparak ortadan kayboldu. Eşkiya ile geri dönüş yapan Türk sineması 2000’lerde kendini anca topladı ve şimdilerde adını bazı yönetmenler sayesinde az biraz duyuruyor. Peki avrupa ülkelerinin sineması bu kadar gelişmiş, okullarda ders konuları olacak noktaya gelmişken, Türk sineması neden ders konusu olamayacak kadar eksik kaldı? Bu geri kalmanın toplamda 16 sebebi mevcut. Hepsi de Türk sinemasının gelişememesinde, bir şekilde eksik kalmasında çok büyük rol oynamıştır. Bu nedenlerin hiçbiri de benim kişisel seçimim değildir. Hepsi bizzat yaşanmış, birbirine bağlantılı konulardır.
1) Osmanlı İmparatorluğu’nun Sinemaya Yeteri Kadar Sıcak Bakmaması
1895’in 28 aralığında Lumiere kardeşler sinema denen etkinliği bulduğunda, Osmanlı İmparatorluğu dış güçler ile boğuşuyordu. Türkiye’de sinema ne kadar 1914 yılında başlasa da aslında her ülkede olduğu gibi sinema Türkiye topraklarına da 1896 yılında geldi. Ülke topraklarındaki ilk film gösteriminin sarayda yapıldığı, filmlerin padişaha izletildiği söylenir. Tabii bu tartışma hala devam ediyor. Öbür yandan bildiğim kadarıyla ilk film gösteriminin Beyoğlu’nda Sponeck birhanesinde yapıldığıdır. Lakin yeni belgeler ortaya çıktıkça, arşivler açıldıkça, İstanbul olarak bildiğimiz ilk durağın aslında İzmir olduğunu öğreniyoruz. Kimin yaptığı ve ne izlettiği bilinmese de şimdilik ilk film gösteriminin İzmir’de, sessiz sedasız bir şekilde yapıldığını söyleyebiliriz. Sinemanın keşfedildiği dönemde avrupa ve Amerika’da bir keşif rüzgarı vardır. Her gün yeni bir şeyler icat ediliyor, bugün kullandığımız birçok aletin temeli atılıyordu. Görece rahat içindelerdi. Tam tersine Osmanlı pek rahat değildi. Yıkılmaya doğru giden bir imparatorluktu. Padişah Abdülhamit kendini insanlardan saklıyor, sarayından çıkmıyordu. Öyle ki kamera denen aleti bile biraz tehlikeli buluyordu. Gümrükte giriş çıkışlara ciddi tedbirler koydurmuştu. Uzun bir süre de kameralardan kaçan Abdülhamit’in günümüze ulaşan çok az görüntüsü vardır. Onun tedirgin hükümdarlığı, Osmanlı’nın git gide çöküşte olması, ülkedeki kültürel yapının farklılığı derken sinema, maalesef Türkiye’ye 1914’e kadar uğrayamıyor.
2) Başarısız Arşivcilik
İlk Türk filmi hep bir tartışma konusudur. İlk olarak sayılan Ayastefanos’taki Rus Abidesinin yıkılışı 1914 yılında çekilmiştir ve Fuat Uzkınay’a aittir. Lakin Fuat Uzkınay’ın çektiği bu film maalesef günümüze kadar ulaşamamıştır. Hatta ilginçtir var olup olmadığı bile belli değildir. Burçak Evren bir kitabında şunu söyler:
“Bu film 1941’de Ankara’ya nakil edilirken ambalaj yapılırken üst üste sarılmasından ötürü diğer arşivdeki filmlere karışmıştır” (Evren. 2003, s. 12-13)
Bugün kendisine sorsanız eminim ki başka bir cevap verecektir. Daha da üzücüsünden bahsetmek istiyorum. 1914’ten 1948’e kadar çekilen -en azından benim tespit ettiklerimden- 95 filmden sadece 38 tanesi günümüze kadar ulaşabilmiştir. 3’te 2’si resmen hala kayıptır. Burçak Evren, elimizde tarihi konuşmak adına gerekli tüm filmler var demesine rağmen ortada ciddi bir arşivcilik sorunu olduğu aşikardır.
3) Milliyetçilik
Osmanlı topraklarında ilk çekimleri avrupalılar yapmıştır. İstanbul’a gelen Lumiere kardeşlerin operatörleri, Haliç ve Boğazda çeşitli çekimler yapmıştır. Hatta yapılmış ikinci hareketli çekim Haliç’te yapılmıştır. Tabii bu operatörler dışarıdan gelmiş kişilerdi. İlk diyebilmek adına, çeken kişinin Türk olması gerekiyordu. Tam olarak bu sebeple, 1914’teki Fuat Uzkınay’a kadar kimse “ilk” olarak sayılmıyor. Halbu ki Osmanlı tebasında olup da ilk denilebilecek çekimi yapanlar Makedonyalı Manaki kardeşlerdi. Birçok noktada farklı farklı çekimler yapan Manaki kardeşleri günümüzdeki birçok tarihçi ilk olarak saymıyor. Enteresandır, Türkiye’nin ilk olarak adlandırdığı film hala kayıpken, Manaki kardeşlerin çektiği her şey, Makedonya’da müzede durmaktadır. Bu da bir üst madde olan arşivcilik sorununun da aslında kökenle alakalı olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Sadece yönetmen değil, başka milletlerden, ırklardan insanları da barındırmamıştır Osmanlı. Başka bir makalenin konuları olsa da, Osmanlı, o dönemlerde sahneye çıkan isimleri kökenlerine göre ayırıyor, kimisine sahne izni vermezken, kimisine veriyordu. Öyle ki, kadınlar, sahneye çıkabilmek, oyunculuk yapabilmek için Türk kimliklerini saklıyor, yabancı gibi davranıyordu. Bunun bir de sinemaya yansıması var ki dediğim gibi başka zaman konuşmamız gereken çok uzun bir konu bu.
4) Muhsin Ertuğrul ve Tiyatrocular Dönemi
Ülkede sinema yapacak biri yoktur. Kimisi imkansızlıktan, kimisi kültürel sebeplerden, kimisi de yasalar sebepli bu işe girişememiştir. Yapanların da engellendiği düşünülürse, sonuçlar pek şaşırtmıyor. O dönemde sadece bir kişi, sinema yapmaya kalkışıyor: Bir tiyatrocu olan Muhsin Ertuğrul. Seden kardeşleri ikna ederek Kemal Film’i kurduran Muhsin Ertuğrul, 17 sene boyunca piyasaya kilit vuracağı ilk filmlerini bu şirkette yapar. Muhsin Ertuğrul o dönemde sinema yapan tek kişidir. Tam 17 sene boyunca, Muhsin Ertuğrul dışında film yapan çıkmaz. Bu da maalesef bazı soru işaretlerini doğuruyor. Kimi iddialara göre, 1922-1939 seneleri arası, kendisinden başka kimsenin sinema yapmasına izin vermemiştir. Tabii bu iddia birçok tarihçi tarafından kati suretle reddedilse de, 17 sene boyunca sadece tek başına bir insanın film yapıyor olması, başkasının çıkıp film yapmak istememesi açıkcası bana pek de mümkün değil gibi geliyor. Eleştiriler genelde başkasının olmadığı üzerinedir. Lakin gücü eline almış, artık tanınan birinin genç sinemacılar çıkaramamış olması, kimseye öncü olamamış olması da bana çok ama çok garip geliyor. Hele hele Türk sinemasının usta çırak ilişkisi ile yürüdüğünü, bugün önemli olarak saydığımız tüm yönetmenlerin çıraklıktan geldiğini bilen biri olarak 17 senelik sessizliğe anlam veremiyorum. Muhsin Ertuğrul’u genç sinemacılara engel oldu, Türk sinemasına ket vurdu diyerek suçlamak çok ağır olacaktır. Lakin gelişmesine de gerekli katkıyı verdiğini söylemek en azından benim için oldukça zor. Tabii Muhsin Ertuğrul’un tek sıkıntısı bu değil.
5) Yapı Kredi Fiyaskosu
Muhsin Ertuğrul sıra sıra filmlerini yaparken Yapı Kredi bankası kendisine sponsor olmayı kabul ediyor. Avrupa ve Amerika, sinemada endüstrileşirken Türkiye’nin daha bir renkli filmi bile yoktu. İmdada Yapı Kredi bankası yetişir. Muhsin Ertuğrul’a sponsor olur, ilk resmi film için çalışmalar başlar. Böylece Türkiye’nin herkesin bildiği ilk renkli filmi çekilmiş olur: Halıcı Kız. Lakin film büyük bir başarısızlık örneği olur. Bu başarısızlık sebebiyle Yapı Kredi büyük zarar ediyor. Zarar sonrası da elini ayağını sinemadan çekiyor. Muhsin Ertuğrul’un başarısızlığı sebebiyle Yapı Kredi gibi güçlü bir para kaynağı sinemadan elini uzun bir süre çekmiş oluyor. Eğer Muhsin Ertuğrul, filmiyle başarılı olabilseydi, belki de bu ortaklık yeni projelerin önünü açacak, Yapı Kredi gibi büyük kaynakların sinemaya bakışını erken yaşta değiştirecekti.
6) İkinci Dünya Savaşı ve Mısırlar
Sinema, Türkiye’de bir türlü tam randımanlı hale gelememişti. Avrupa ve Amerika’da sinema devasa bir sektöre dönüşürken, Türkiye’de sinema kaçak göçek ilerleyen bir konumdaydı. Tüm bu sorunların üstüne ikinci dünya savaşı patlak verdi. Evet, Türkiye usta bir manevra ile ikinci dünya savaşından sıyrılsa da savaşın ülkeye çok enteresan bir etkisi oldu. II. dünya savaşı başlayınca Amerika’nın Avrupaya film ithalatında ciddi sorunlar oluşur. En çok etkilenenlerde biri de Türkiye olur. Türkiye’ye, doğrudan giriş yapılamadığı için, film de gelemiyordu. Tabii Amerika bu işlerin çakalı. İlla ki filmlerini izletecekler, boşuna ana akım değiller, filmlerini gemi vasıtasıyla aktarmalı bir şekilde ulaştırmaya başlıyorlar. Tabii bu gemiler de bize direkt olarak gelemiyor. Ülkeye gelen gemiler ilk önce Mısır’a uğruyor, Mısır’dan aktarmalı bir şekilde ülkeye geliyordu. Tabii bu Mısırlıların işine geliyor. Durumu avantajlarına çeviren Mısırlılar, ülkelerinde aktarma yapan gemilere kendi filmlerini yerleştiriyorlar. Tam olarak bu sebeple savaş süresince Türkiye’ye birçok Mısır filmi giriş yapıyor. Bu aktarmalı gelen Mısır filmlerinin de kültürel anlamda çok ciddi bir etkisi olur. Arabesk, dram, trajedi, sürekli hüzün konulu filmler nereden geldi sanıyorsunuz? Savaş süresince bir anda şarkılı melodramlar türüyor. Daha da ilginci, halkta da karşılığını buluyor bu filmler. Öyle ki, bir ara Mısır filmleri ciddi derecede popülerleşiyor, sinemalarda sadece arapça filmler dönmeye başlıyor. Sırf bunun için hükümet bir yasa çıkartmak zorunda kalıp Türkçe filmleri koruma altına alıyor. Bugün Türkiye’de bitmek bilmeyen arap sevgisinin kökenleri aslında çok uzun yıllar öncesine dayanıyor lakin bu da çok uzun bir diğer makalenin konusu.
7) Faruk Kenç ve Dublaj
Faruk Kenç, ülke sinemasını baştan aşağı değiştiren yegan kişilerden biridir. Almanya’da eğitim görüp Türkiye’ye sinema yapmaya gelen Faruk Kenç, birgün ortaya enteresan bir fikir atıyor. Diyor ki; neden filmleri sessiz çekip sonradan üzerlerine dublaj yapmıyoruz? Süper bir fikir, değil mi? Faruk Kenç’in bulduğu bu yöntem maalesef çok tutuyor. Onunla beraber herkes filmleri sessiz çekip sonra da dublaj yapıyor. Neden mi? Çünkü ucuz. Filmler sessiz çekiliyor, stüdyolarda seslendiriliyordu, film esnasında ekstra bir uğraşa girmiyorlardı. Bir neden daha var mesela? Sesi güzel olmayan ama tipi güzel olan oyuncuları kullanabilmek. Yine Türkiye’nin dünyayı geriden takip ettiği, tersten geldiği konulardan biri. 1927 yılında The Jazz Singer sonrası sesli filmlere geçen Hollywood, bu tercihi ile sessiz döneme ait birçok aktör ve aktrisin işsiz kalmasına sebep oluyor. Birçok oyuncu, görsel olarak etkileyici olsa da sesi ya da diksiyınu iyi olmadığı için piyasadan silinip gidiyor. Sesleri güzel olmadığı için tercih olmaktan çıkan bu isimleri anlatan da The Artist adında çok güzel bir film var. Faruk Kenç’in bu tersten yöntemi de Hollywood’u baştan aşağı değiştiren soruna çözüm bulmuş oluyor. Halka, istedikleri kişileri dublajlı bir şekilde izlettirmeyi başarıyorlar. Amerika ve Avrupa, sesin oluşturduğu sorunlardan ötürü ses kayıt sistemlerinde yeniliği kovalarken Türkiye, sesi bir köşeye bıkarıp her şeyi dublajda çözmeyi tercih ediyor. Ve bu da batı ile arada çok ciddi bir fark açılmasına sebep oluyor.
8) 19 Temmuz 1939 Nizannamesi
Hükümet buna “Filmlerin ve Film senaryolarının kontrolüne dair nizamname” diyordu, lakin günümüzde bizler buna düpedüz sansür diyoruz. Bu nizamname sayesinde polis, filmin istediği herhangi bir safhasında olaya dahil olabilecekti. Nizaname sonrası yapımcılar ve senaristler çok ama çok dikkat etmek zorundaydı. Artık fikirlerini senaryoya özgürce yansıtamayacaklardı, yazılı kurallara uyarak yazmaları gerekiyordu. Tabi yasalar delinmek için vardır. Herkes bu Nizannameye tam olarak uymadı. Nizanname’nin maddelerini çeşit çeşit yöntemler ile delmeye çalıştılar. Bu sansür yasasının aynısı Hollywood’da da gerçekleşiyor, onlar da Türk sinemacılar gibi yasadaki maddelerin çevresinde dönerek filmler çekmeye çalışıyorlardı. Lakin Hollywood hali hazırda devasa bir sektördü. Türkiye ise henüz büyümeye çalışıyordu.
Ömer Kavur, bu durumu şöyle anlatıyor:
“O yıllarda polisin kasketinin yamuk durması bile sansür sebebiydi. Beyninizin içinde copunu sallayan küçük bir polis var, ‘onu yapma, bunu yapma!’ diyor ha bire. kendinizi ister istemez sınırlandırıyorsunuz” (Türk Sinema’sının Ustalarından Sinema Dersleri, 2006, s.110)
9) Sinema Dergilerinin Magazinselliği
Sinemanın ülkeye yayılamamasının en büyük sebeplerinden biri de 1940-70 arası sinema dergilerinin magazin dergisi gibi olmasıydı. Bu magazin dergileri, sinemaya sanatsal olarak yaklaşmak yerine magazinsel bakmış, halka da daha çok paparazi işi gibi göstermiştir. Türkiye’de sinema yazarlığı zaten hiçbir zaman güçlü bir konuma gelememiştir. Osmanlı döneminde bile film eleştirileri yazan yazarlar olsa da isimleri günümüze kadar zoraki ulaşmıştır. Bu magazin dergileri de, halihazırda kötü durumda olan sinema sanatı hakkında kötü bir algı oluşturmuştur diyebiliriz. Halbuki 60’lar Fransa’sında Cahiers du Cinema adında bir sinema dergisi var. İçinde yazan yazarlar, sinemaya magazinsel değil, üstün bir sanat olarak yaklaşmışlardı. Ve isimlerin ileride çekecekleri filmler de sinema tarihini baştan aşağı değiştirecekti.
10) Dinin Sinemaya Sıçraması
1950’lerde, sinemayı dini unsurlar sarıyor. Bu akımın ana sebeplerinden biri deönemin yönetimi ve tabii ki hayata bakışıdır. Onlarla beraber bir anda filmlere dini unsurlar monte edilmeye başlanır. Namaz, ezan sesleri, dualar filmlerin olmazsa olmazı olur. Bunu yapanlar da Yeşilçam filmleriydi. Sanatsal bakış açısını zaten bir türlü yakalayamayan Türk sineması iyice kayboluyordu, yerini gerici bir sinema kafasına bırakıyordu. Bu gerici kafa da kendini 80’lerde bir daha gösterecekti.
11) Dağıtımın Yetersizliği
Sene 1960 olmasına rağman halen bir dağıtım sistemi geliştirilememişti. Bölgesel dağıtım birimleri kurulmuş olmasına karşın, düzgün bir sisteme oturtturulamadığı için maalesef filmler her yere ulaşamıyordu, geç ulaşıyordu ya da hiç ulaşmıyordu. Ülkenin tamamına genel bir dağıtım söz konusu değildi. Her firma bölgesine hizmet ediyor, o bölgedeki sinemalarına film veriyordu.
12) Anayasa ve Darbeler
Türk sinemasının sürekli istop etmesinin bir sebebi de, birkaç yılda bir değişen ülke yönetimi ve anayasadır. Darbeler ve anayasa değişiklikleri Türk sinemasını hiç durdurmamıştır lakin türk sinemasının gidişatına hep bir mola verdirmiştir. Çünkü sinema dediğim sanat, ülkenin dinamiklerine göre şekillenen bir yapıya sahiptir. Türkiye’de bir türlü stabil bir sistem kurulamamış olması, sinemacıları da tedirgin ediyor, her değişimde beklemelerine sebep oluyordu.
13) Televizyonun Çıkması ve Seks Filmleri Furyası
1970’lerde Türkiye’ye televizyon gelir. TV’nin gelmesi ile beraber zaten sinemaya gitmeyen halk iyice sinemadan kopar. Ufak bir dipnot düşmem gerekiyor. Televizyonun çıkması, dünyanın her yerinde sinemaya gidişleri düşürdü. Sinema, seyircisine kurmaca dünyalar vaat eden belirli saatlerde gidebildiğiniz yerlerdi. Lakin televizyon, insanlara hayatı canlı takip edebilme şansı tanıdı. Televizyon Amerika’da ilk çıktığında sadece canlı yayın yapıyordu. Tam o zamanlarda da Amerikan ordusu Vietnam’a girmişti. Fakat bu sefer, insanlar orada yaşananları canlı izleyebilme şansına erişmişti. Filmlerde izledikleri savaşın gerçeğini canlı canlı görüyorlardı. Bu da sinemaya olan ilgiyi biraz azalttı. Fakat her ülke bu soruna bir şekilde çözüm bulmayı başardı. Türkiye ise çözümü bulamadı, sinemalar duracak hale geldi. Tabii yapımcıların buna kesinlikle bir çare bulmaları gerekiyordu. Öyle bir çare buldular ki yerinde seken sinemanın karanlığa gömülmesine sebep oldular. Enteresandır, dönemin yönetimi muhafazakar olmasına ve sansür yasasının hala yürülükte olmasına rağmen sinema salonlarını bir anda seks konulu filmler doldurur. Yapımcılar çareyi sinemaya sadece erkekleri çekmekte bulur; başarılı da olurlar. Hiçbir sanatsal değeri olmayan, yarı pornografik hatta bazen tam porno tadında filmler sinema perdelerini süslemeye başlar. Ceplerini düşünen yapımcıların aldığı bu karar uzun bir süre kalır. Ta ki yönetim değişene kadar. Yönetimin değişmesiyle, ilgiçntir, seks filmleri de bir anda kaybolu verir.
14) Furya Filmleri
Türkiye’de sinemanın hem gelişmesine hem de gelişememesine sebep olan bir diğer neden de furya filmlerdir. Yapımcılar halkı sinemaya çekmek için çareyi kahraman üretmekte bulur. Battal Gaziler, Tarkanlar, Teomanlar bir anda ortaya çıkar. Hepsinin de aslında dindir. Müslümanlığı güçlü kahramanlar kafir hristiyanlara karşı savaşır. Basit ve kalitesiz olmalarına karşın dönemi iyi idare ettikleri açık. Kötü filmler mi? Bence hayır. Ama temeli maalsef kötü bir zemine kurulmuş olan filmlerdir hepsi. Bir diğer taraftan bakacak olursak, Türkiye bu furya filmleri ile çalkalanırken maalesef tür sinemasına hiçbir zaman açık olmamıştır. Korku, bilim kurgu, fantastik sinema Türkiye’de hiçbir zaman istenilen seviyeye gelememiş, tek yumrukta 10 adam deviran Malkoçoğulları ile Parçala Behçet’ler sinemayı resmen ele geçirmiştir.
15) Hollywood Darbesi
12 Eylül Darbesi. Darbe sonrası 8. Maddede konuştuğumuz nizamname kaldırılı ve seks filmleri de sanki hiç gelmemiş gibi ortadan kayboldu. Ee tabii seks filmleri gidince sinema perdeleri boş kaldı. Metin Erksan, Lütfi Ömer Akad ya da Atıf Yılmaz gibi üstadlar film yapıyorlardı. Fakat yetmiyordu. İşte tam bu dönemde Türk sinemasını nakavt edecek o darbe geldi: Hollywood darbesi. Türkiye’de istenilen filmler bir türlü üretilemeyince, yukarıda saydığım üstadların filmleri de fazla sanat kaçınca, yapımcılar çareyi Amerikan filmlerini Türkiye’ye getirmekte bulur. Amerika’dan gelen filmler tabii ki beğenilir. Geldikçe gelir. Böylece salonlar yabancı filmler ile dolar. Türk sineması, dibi boylar.
16) Arabesk Filmler ve Kasetler
Sinema salonları Amerikan filmler ile çalkalanırken kalan kısmı da Türk filmleri doldurur. Fakat yapımcılar, kalan kısmı doğru kullanmalıydı. Çareyi de her zaman yaptıkları gibi halkın kanına girecek Arabeskte buldular. Halk zaten temelde arabeske alışmış, onlara hep bu izlettirilmişti. Dönemin arabesk şarkıcıları bir anda film yıldızı olur. Arabesk filmler çekilir. Filmler sinemaya çok fazla izleyici çekmez ama çareler de tükenmez. Arabesk film furyası kasetler vasıtasıyla tüm herkesin evine ulaşır. Arabesk filmler sinemadan çok evde izlenmeye başlar. Yine kalitesiz, gene insanın kanına girmeye çalışan filmler perdeleri ve televizyon ekranlarının süsler.
Son Not
Peki ülkede güzel şeyler olmuyor muydu? Oluyordu tabii ki. 3-5 isim ‘toplumsal gerçekçi’ filmler yaparak sinemayı gerçek amacında kullanıyordu, avrupada kimi festivallerde öldül alıyordu. Bu insanlar bir ‘merem’ anlatıyorlardı. Tam olarak bu sebeple de çok izlenmiyorlardı. Hiçbir şey anlatmayan, tamamen dram ve din üzerine kurulu filmler bu kişilerin çabasını gölgeliyordu. Şahsen yapılmış olan tüm o B-Film’leri başarılı buluyorum. Korku filmleri, süper kahraman filmleri bence başarılıydı. Neden? Çünkü yapmaya çalıştıkları şey konuya hizmet ediyordu. Lakin bahsettiğim nedenlerde yer alan filmler sadece pamuk ellere, ceplere hizmet ediyordu. Sinema maalesef Türkiye’de sadece ‘gişe’ amaçlı kullanıldı. Dikkat ederseniz hala da devam ediyor, hatta çok da başarılı olup, ülkenin en çok izlenen filmleri haline geliyorlar.
Yorumlar