0

41. İstanbul Film Festivali’nin programı açıklandığında yaptığım ilk şey Gaspar Noe filmine bilet almak oldu. Ne konusunu okudum ne de fragmanını izledim. Acaba bu sefer nasıl bir manyaklık ile karşımıza çıkacak diye ufaktan korkarak salondaki yerimi aldım. Son filmi Lux Aeterna, tam bir göz-kulak taciziydi. Bu sebeple de biraz endişeliydim. Yine mi baş ağrısıyla ayrılacaktım sinemadan? Lakin… Beklediğim gibi olmadı. Oldukça oturaklı, her türlü aşırılıktan uzak hatta oldukça duygusal ve üzerine konuşulası bir filmle karşılaştım. Ekranı ikiye bölünmüş görmesem filme Gaspar Noe eseri bile demezdim. O derece Noe sinemasına ters, ayakları yere basan bir film. Hakkını vermem gerek, oldukça da iyi bir film.

Kısaca konusuna değinelim… Yaşlı bir çiftin evine konuk olduğumuz film, onların günlük hayatlarında neler yaptığını ekranı ikiye bölerek anlatıyor. Sağ kadrajda yer alan baba karakteri, sinemada rüyalar üzerine bir kitap yazmakla uğraşırken sol kadrajdaki anne karakterine döndüğümüzde sorunlar başlıyor. Demans hastalığı olan anne, artık birçok şeyi hatırlamıyor, bazen nerede olduğunu bile unutarak paniğe kapılıyor. Dario Argento’nun canlandırdığı baba karakteri, yaşına rağmen hala günlük uğraşları ile kendini oyalarken hayatı, karısının çoğalmakta olan hastalığı yüzünden değişmeye başlar. Çünkü annenin hastalığı artık sadece kendisine değil, herkese zarar vereceği bir noktaya ulaşmıştır.

Filmi izlediğimde aklıma gelen ilk şey, yönetmenin “uslanmış” olduğuydu. Noe sinemasıyla alakası olmayan, ayakları yer basan ve her türlü aşırılıktan uzak bir filme imza atmış. Bunun için de bir sebep olması gerektiğini düşünürken, ölümden döndüğünü öğrendim. Ölüme yaklaşmış olması, yönetmenin hayata bakış açısını değiştirmiş. Neon ışıklar içerisinde uçan adam tüm ışıkları kapatıp toprağa basmış. Onun çılgın tarafından kalan tek şey ise ekranı ikiye bölmek. Onu da aslında oldukça doğru kullandığını hatta yararlı bile olduğunu söylemek gerek.

Ölüm, hepimizin korktuğu bir olgu. Sonrasını bilmiyor olmamız en büyük sorun. Öldüğümüzde, geride bıraktıklarımız için üzüleceğimizi, kalan zamanı değerlendiremediğimiz için hayıflanacağımızı düşünüyoruz. Ölüm sonrasında oturup “ah o yapamadıklarım” diye dizimize vuracağız sanıyoruz. Halbuki ölüm sadece bir karanlık. Sonrası yok. Geride kalanları düşünecek bir bilinç kalmayacak. Fakat bu düşünceyi kabul etmek oldukça zor. Hayatta olduğumuz süreçte olmadığımızda kaçıracaklarımızı dert edip ölümden korkuyoruz. Bu da bizi sürekli içinden çıkamadığımız paradoksal bir düşünceye itiyor. Gaspar Noe’yi de itmiş belli ki.

Filmin aslında söylemek istediği 2 ana söylevi var. Fakat ben 3’e böleceğim. Hadi 2.5 olsun. İlk olarak film sağlığın ne kadar önemli olduğunu özellikle vurguluyor. Sağlık elden gidince, hayat denen şey koca bir zulme dönüşüyor. Yaşadığınız her ana lanet ediyorsunuz. Fakat yönetmenin söylemeye çalıştığı esas şey ikinci madde: Anılar. Hastalıkların en kötüsü, yaşadıklarınızı unutmanız olsa gerek. Varlığınızı bile sorgulamaya başladığınız, isminizi dahi unuttuğunuz bir hastalık başa gelebilecek en kötü şeydir. En azından benim için öyle. Çünkü bizi biz yapan anılarımızdır. Yaşadıklarımız, hayatta bıraktığımız izlerdir bizi tatmin eden ve yarın yeniden uyanmamızı sağlayan. Bugün “ah ne güzel günlerdi” diye kurduğumuz cümlelerdir hayatı güzel yapan. Yaşadık ve hepsi güzeldi. İyisiyle, kötüsüyle.

Annenin kocasını hatta çocuğunu bile unutacak kadar ilerleyen hastalığı, film boyunca sağa sola amaçsızca ve boş bakışlarla yürüyüşü en korkunç filmlerden bile beterdi. Françoise Lebrun bu duyguyu verme konusunda muhteşem bir iç çıkarıyor. Sağ kadrajda hala hobileri ile uğraşan hatta karısını aldatabilecek kadar zinde bir adam varken sol kadrajda attığı adımdan bile korkan, şüphe eden bir kadın. Yönetmenin bize demeye çalıştığı şey oldukça açık: Henüz yaşıyorken, yaşayın. Hayatınızın tadını çıkarın. Okuyun, izleyin, sevin, sevişin. Sizi siz yapan geriye dönüp baktığınızda bıraktığınız izlerdir, yaşadıklarınızdır. Ama bu izler sizinle beraber var olup sizinle beraber yok olacaklar. Siz hatırladığınız ya da hatırlayanlar olduğu sürece, sizler yaşamaya devam edeceksiniz. Yoksa bir gün, filmde de olduğu gibi, bütün eşyalarınızı toplarlar ve götürürler. Yarın, orada sanki hiç yaşamamışınız gibi hayat devam eder. Filmin en üzücü kısmı da tam olarak bu taşınma sahnesiydi. HayatlarınıN tamamını geçirdikleri ve inatla ayrılmak istemedikleri ev, 5 dakika içerisinde boşaldı. Tüm anılar, yaşanmışlıklar bitti gitti. Bu kadar da basit. Siz de yaşadıklarınızı unuttuğunuzda, hiç yaşamamış olacaksınız.

Saçma sapan bir film izleyeceğimi düşünerek girdiğim filmden içime öküz oturmuş bir şekilde ayrıldım. Henüz yaşayamadığım onlarca şey gözümün önünden akıp geçti. Yarın bir gün hepimizin öleceği gerçeği ile yüzleşmek gerçekten zor. En azından güzel bir hayat yaşamaya çalışmak gerek. Sizi seven ve size faydası olabilecek insanları çevrenizde toplayın. Bazı hastalıkların çaresi yok. Geldi mi yaşamak zorunda kalıyorsunuz. Çoğumuzun birbirinden farklı kronik hastalıkları var. Onlarla yaşamayı öğreniyoruz. Çünkü hayat devam ediyor. Her şeye rağmen de güzel. O sebeple hayatınızı yaşayın ve kaç yaşına gelirseniz gelin kadrajın sağındaki gibi kalmaya çalışın. Geriye baktığınızda gurur duyacağınız bir hayatınız olsun. Çünkü sol kadrajdakini siz seçemiyorsunuz. Ama sağdaki tamamen sizin seçiminiz. Gaspar Noe de açık bir şekilde ben sağ tarafı seçiyorum demiş.

8

Valerii Ege Deshevykh
Ukrainian Creative Director | Motion Picture Writer | Horror Freak

Ölüm Sonrası Panayır: Post Mortem

Previous article

Brave Poet, Coward Lover: Cyrano

Next article

You may also like

Comments

Leave a reply