Yasujiro Ozu‘nun monokrom tarzındaki dramının manevi devamı niteliğinde filmografisiyle Hirokazu Kore-eda, bu sene Monster ile tekrardan Cannes’da ve Filmekimi’nde bizlerle buluşuyor. Japonya sinemasının geleneksel dram olgusu oldukça niş bir kitleye hitap etmesine rağmen Kore-eda, yüksek insanlık iç görüsü ve duygusal zekasıyla yönetmenlik dehasını harmanlayarak kendisine yerel pazarın ötesinde de ilgi uyandırabilmiş bir yönetmen. Kore-eda, Monster filminde günlük yaşamın basit detaylarını bu sefer Akira Kurosawa‘nın Rashomon‘unun döngüsel olay zinciriyle birleştiriyor.
Kore-eda‘nın toplumsal ve ahlaki konulara duyarlılığı da ona has bir diğer özellik. Filmlerinde bunu genellikle çocuk karakterlerin bakış açısından olayları göstererek yapıyor. Çocukların saf bakış açısını kullanarak yetişkin dünyasının çetrefilli ahlaki konularını ele alır. Bu şekilde izleyiciyi çocukluğunun masumiyetine özleminin burukluğuyla baş başa bırakır. Kore-eda, Monster‘da ise bu sefer yetişkin bakış açısına da yer vermeyi tercih etmiş.
Perspektiflerin Dayanılmaz Çıkmazı
Saori, Nagano vilayetinde, göl kıyısındaki orta büyüklükte bir şehirde yaşayan bekar bir annedir. Oğlu Minato’da genellikle uysal ve akıllı bir çocuk olmasına rağmen son zamanlarda Saori, oğlunda bazı tuhaf davranışlar fark etmeye başlar. Minato’nun anlattıklarından sınıf öğretmeni Hori’nin oğlunu istismar ettiğini öğrenen Saori, bu konuyu okula taşır. Ancak bizim kısıtlı vizyonumuz, hikayenin öğretmenin ve Minato’nun perspektiflerinden irdelenmesiyle genişler. Doğru bildiğimiz yanlışlar ve yanlış bildiğimiz doğrular yavaş yavaş gün yüzüne çıkar.
Monster‘ın işlediği ahlaki çatışmalar, evrensel olmasının yanı sıra Asya’da ve Asya eserlerinde daha sık karşımıza çıkmakta: Baskıcı eğitim sistemi içinde zorbalık, ötekileştirme, akran baskısı, fiziksel istismar… Peki her şey göründüğü gibi mi? Katman katman ilerleyen hikaye her katmanda duygusal tonunu daha da artırıyor. Jeneriğinden itibaren izleyiciyi karakterler hakkında en kötü varsayımlara yönlendirirken boşlukları doldurmak için geri döndüğümüzde sadece ön yargılarımızla baş başa kalıyoruz. Tıpkı Rashomon‘daki üç karakterin her birinin tanık oldukları bir olayı birbirinden farklı anlattığı gibi, bu filmde de insan algılayışının çok değişkenli doğasında sarsılma deneyimi harika yansıtılıyor.
Saklanan Sırlar
Rashomon‘da üç karakterin her birinin aynı olayı farklı yorumlamalarının bir sebebi vardı. Olaylar kendilerine fayda sağlasın diye yalan söylüyorlardı. Böylece olay, daha fazla kişinin içinden çıkamadığı bir sarmala dönüşüyordu. Monster‘de Minato’nun da benzer bir dürtüsü var. Filmin başından beri açığa çıkarmamak uğruna kendini hareket eden arabadan atacak kadar gergin hissettiren bir sırrı var. Aslında Monster, üstü kapalı bir şekilde işlediği başka bir çatışmada; kişisel korku ve toplumsal tabular yüzünden kimseye itiraf edilemeyen bir sırrın, onu saklayan kişiden çok daha fazla insanı nasıl etkileyebileceğini de gösteriyor.
Monster‘ın sürpriz bir şekilde iki yakın erkek çocuğun dostluğunun çevrelerindeki alaycı tavır ve zorbalık yüzünden bozulduğu Lukas Dhont‘un Close filmine benzeştiği yerler de var. Minato ile sınıf arkadaşları tarafından sürekli zorbalanan Yori arasında dostane bir ilişkinin ötesinde bir şeyler var ve bu, Minato’nun henüz kabullenemediği bir çekim. Close‘un aksine hikayenin ana odağında olmayan bu unsur, senaryo boyunca Minato’nun karakter gelişimine sessizce ve gerçekçi bir biçimde işleniyor. Bir yandan da onun içsel çatışmalarının etrafındaki insanların hayatlarını nasıl etkilediğine şahit oluyoruz.
Kim Bu Canavar?
Rashomon‘un aksine Monster, üç karakter arasında keskin çizgilerle bölünmüş bir anlatı değil. Monster‘deki anlatıda her döngü, bize daha fazla bilgi vererek bildiklerimizi karmaşık hale getiriyor. Farklı perspektiften değerlendirilen bir olay, önceki katmanı haklı ya da haksız duruma düşürmüyor. Bu yüzden Minato’nun görünen mağduriyetinde bir “canavar” varlığından söz etmek o kadar kolay değil. İzleyici olarak bizlerin de bakış açısı gördüğümüz materyallere rağmen kısıtlı kalmaya devam ediyor. Monster bunu bilerek yapıyor çünkü insan algılayışının muğlaklığı ve acizliği içerisinde başkalarının hayatlarını anlamak konusunda ne kadar başarısız olduğumuzu yüzümüze vurmayı amaçlıyor.
Daha karanlık seyreden yetişkinlerin perspektiflerinden sonra Minato’nun perspektifinden filmi izlemek, çocuksu bir neşe ve merakla otantik bir keşif serüvenine çıkmak gibiydi. Kore-eda‘nın sahnelerinin sakinliği ve kompozisyonu, yavaş temposu, doğal mekanların, seslerin ve ışıkların vurgulanışı sinematografik bir ziyafeti gözler önüne seriyor. Görsel anlatımındaki duru zarafet ve karakterlerin duygusal derinliği birleşince bu film kesinlikle “Kore-eda büyüsü”ne sahip diyebiliriz. Belki Kore-eda‘nın kendi karakterlerine yaklaştığı gibi cömert, empatik ve cesaretli bir şekilde başkalarına yaklaşabilsek dünya daha güzel bir yer olabilirdi.
Geçtiğimiz aylarda vefat eden saygın besteci Ryuichi Sakamoto‘nun son bestesini de bu filmde dinliyoruz. Filmin sonunda bitiş jeneriği akarken bu filmin ona adandığını görmek beni çok duygulandırdı.
Ece Ekşi‘nin diğer içeriklerine ulaşmak için buraya tıklayınız.
Bizi Twitter, Instagram, Discord ve Letterbox aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar