Türkiye’nin en köklü ve prestijli sinema etkinliği olan İstanbul Film Festivali, bu yıl 44. kez sinemaseverlerle buluşuyor. 11-22 Nisan tarihleri arasında düzenlenecek festival, dünya sinemasının en seçkin örneklerini, usta yönetmenlerin son yapıtlarını ve genç yeteneklerin dikkat çeken filmlerini İstanbul’a getiriyor.
Haktan Kaan İçel bu yazıda 44. İstanbul Film Festivali‘nin 8. gününde izlediği filmleri değerlendirdi. Keyifli okumalar.
Hysteria
Mehmet Akif Büyükatalay’ın yeni filmi Hysteria, Berlinale’de ilk gösteriminden sonra beğeniyle karşılanmıştı. Bir film ekibinin arasındaki paranoya ve histeri krizlerini merkeze alan yapım, filmin başından sonuna kadar ektiği merak tohumlarını, gerilimle besleyerek finalinde de oyunbaz bir hınzırlıkla sonlanıyor.
Film her ne kadar yurtdışındaki sinema yapan göçmen yönetmenleri eleştiriyor gibi olsa da, aslında ilk filmindeki gibi eleştirmekten çok gözlemlerini seyirciye yansıtıyor. Politik bir noktadan hikayeyi alevlendirerek, hikayesi kutsallara saldırıyor. İnsanın şuursuz tepkisine oynayan, dar mekanda seyir zevkini üst seviyede tutmayı başaran bir film oluyor. Devrim Lingnau İslamoğlu özellikle aurasıyla ve gözleriyle sıkışmışlığını iyi yansıtıyor. Filmin ucuz hamlelerde bulunduğu doğru. Ancak bu girilen riski, merak duygusunu saklayarak karşılıyor.
Islands
Kendine üst düzey bir filmografi inşa etmeye başlayan Jan-Ole Gerster yeni filminde seyircisini büyük beklentilere sevk ediyordu. Eski bir tenisçi Kanarya Adaları’na kaçıp sonsuz bir tatile çıkmış bir edayla hayatını günü gün ederken, bir otelde de tenis dersleri vermektedir. Otel müşterilerinden bir aileyle tanışınca ortalık karışır sinopsisi de gayet merak uyandırıcı duruyor. Lakin film kendini ifade ederken ördüğü gizem ağını, kendi kendini deşifre ederek, tuhaf karakterler ekleyerek başlattığı iyi senaryoyu yok ediyor. Böylece Gerster bu sefer hayal kırıklığı yaratıyor.
Seyirci, Kanarya Adaları’nda tura çıkarken, ana karakter Tom’un olgunlaşma hikayesini izleme fırsatı buluyor. Ancak işte temel sorun da bu! Kurulan entrikanın ve gerilimin kıymetini bilemeyen bir filme dönüşüyor. Bu sebeple de karakterinin düştüğü durumlardan faydalanmak yerine, karakter gelişimi üzerine bir yaz aşkı gerilimi gibi sonlanıyor. Seyircisini deve metaforu ile bu hayal kırıklığına hazırlıyor. Peki ama neden?!
To A Land Unknown
Bol ödüllü Filistinli göçmen hikayelerinden biri daha karşımıza sunuluyor. Bu sefer Atina’nın boş sokaklarında kenar mahallelerde mültecilerin leş ve kirli yaşadıkları evlere girip, suç eylemlerini gözlemliyoruz. Temiz hayallerin kirli günahlarla yıkanması gerekir, yoksa hayaller gerçekleşemez minvalinde bir alt metni olduğunu söyleyebiliriz.
Başrol oyuncularının doğal performanslarından güç alan film, nedense bunca suç eylemine rağmen müdahaleleriyle ünlü Yunan polisini devreye sokamamış. Filmin bize kurduğu dünya her mülteci filminde görmeye alışık olduğumuz insan kaçakçılığını merkezine alırken; yeni bir şey katmıyor. Biraz ödül avcısı film olarak tasarlandığını hissettiriyor. Sonuç olarak karakterlerini iyi kurarak bilindik hikayeyi düzgünce anlatıyor. Ama ne yazık ki ortalamadan sıyrılamıyor.
Les Musiciens
Bir müzik eseri oluştururken çeşitli faktörler vardır. Ama bir oda orkestrası yaylı dörtlüsü oluşturuyorsanız en önemli kural uyumdur. Seçilmiş büyük egolu dört müzisyen bir takım olmayı başarabilecekler mi sorusu üzerinden ilerleyen Les Musiciens, yaratılan farklı karakterlerin kendine özgülükleri sayesinde seyirciyi seyir olarak dinç tutuyor.
Muhteşem konser finali göz kamaştırıcı ve ruhani bir yolculuk gibi hissettiriyor. Geri kalan bölümler hazırlık sürecine odaklanıyor. Takım olmanın önemi, müziğe değer vermek ve geleneğe saygı gibi konuları yer yer mizahi, yer yer ise dramatik anlamda işlerken, kendimizi iyi hissetmemizi sağlayan bir film ortaya çıkıyor. Fransız sinemasının hafif ama tatmin edici antidepresanlarından biri daha diyebiliriz.
Harvest
Erkeklik hallerine kafayı taktığı Yunan Tuhaf Akımı filmlerinden tanıdığımız Yunan yönetmen Athina Rachel Tsangari karşımıza ilk İngilizce filmiyle çıkıyor. Western unsurlarıyla süslü orta çağ köy hayatı hikayesi anlatan Harvest, tipik bir intikam hikayesi gibi başlayıp bizim o taraklarda tuzumuz yok diyip sadece olanı sergileyen bir film olarak beklentiyi tam anlamıyla karşılamıyor.
Caleb Landry Jones gibi yüksek kalibreli bir oyuncuya dünyanın en karaktersiz, ezik rolünü verip harcayan film; her şeye rağmen final bölümünde doğru hamleleri yapsa bir yere kadar tatmin edici kabul edilebilirdi. Bu haliyle 16 mm çekilmese yüzüne bakılacak dahi bir film değil. Çünkü dönemi canlandırmak dışında hikaye anlamında seyirciye yapay bir müsamere sergiliyor havasında seyir zevki düşük bir film yaratılmış.
Haktan Kaan İçel’in, diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar