The Lost Bus, yaklaşık yedi yıl önce meydana gelen ve California tarihinin en yıkıcı yangınlarından biri olan Camp Fire yangınının hikayesini anlatıyor. İnsan hayatının hiçe sayıldığı bu olayı Paul Greengrass iyi bir şekilde sinemaya uyarlıyor.
Film, yaşanan trajediyi bir hayatta kalma hikayesi ile harmanlayıp ortaya güzel bir gerilim çıkartıyor. Filmin başrollerinde ise Matthew McConaughey ve America Ferrera bulunuyor.
Hayatta Kalma Mücadelesi
The Lost Bus‘ın ana karakteri Kevin’ın, babasının ölümü ile çocukluğunu geçirdiği Paradise’a dönmesinin ardından hayatı hiç iyi gitmez. Zar zor geçinebildiği bir okul servisi işi bulan Kevin, bir anda büyüyen yangınların ardından bir okulda mahsur kalan çocukları güvenli yere götürmek için harekete geçer. Burada büyüyen yangınların içinde öğretmen Mary ve 22 çocuk ile hayatta kalmaya çalışırlar. Bu sırada, yangının verdiği zararı ve yaşattığı psikolojik etkileri de görürüz.
Film, yaşanan olayları gerçekçi bir şekilde anlatmaya çalışıyor. Hatta filmin ilk yarım saati keşke belgesel olsaymış diye düşündüm. Çünkü Greengrass; başlarda karakterleri tanıtmaktan ziyade yangının nasıl başladığını, ilgili ekiplerin verdiği mücadeleyi ve yangında mahsur kalan başka insanları gösteriyor. Yangın Kevin’ın olduğu bölgeye doğru geldikten sonra film başlıyormuş gibi hissettiriyor.
Filmin iyi yaptığı şeylerden biri de gerilimi seyirciye hissettirmek. Yavaş yavaş yangının büyümesi ve Kevin’ın yaşadığı aile problemleri ile uğraşması, sonrasında ise mahsur kalan çocukları kurtarmaya gitmesi ile gerilim iyice artıyor. Çocukların her bir olayda verdiği aşırı ama doğru tepkiler, seyirci olarak beni diken üstünde tutmayı başardı. Yaşanan olaylardan sonra karakterlerin kurtulacağını bilmeme rağmen, yangının içinden verilen görüntüler bütün bir film boyunca gerilmemi sağladı.
Yangının Yaşattığı Korku
The Lost Bus bence çok iyi çekilmiş bir film. Kimi zaman gerçek yangından görüntüler kullanılmasının yanı sıra, görsel efektle oluşturulan yangın sahneleri de bayağı güzel tasarlanmış. Görsel efektler hiç göze batmıyor ve bu tercih, yönetmene yangını bir insanmış gibi kullanma imkanı tanımış.
The Lost Bus‘ın senaryosu her ne kadar göze batsa da, bu film sonuçta gerçek bir olayı anlatıyor. Oyuncu performansları ve iyi bir sinematografi ile senaryonun üzerini kapatmışlar. Matthew McConaughey‘i uzun zamandır doğru düzgün bir rolde izlemiyorduk. Onu böyle iyi bir rolde izlemek ayrı bir zevk. America Ferrera ise kısıtlı bir rolde elinden geldiğince nitelikli bir performans vermiş.
The Lost Bus‘ı bu kadar övdüm ama filmin bana ters gelen sevemediğim bazı noktaları da var. Bence filme dair en büyük sıkıntı, karakterler ile bağ kurmanın zor olması. Filmin ilk yarım saatinin belgesel havasında geçmesi ve ana karaktere az süre verilmesinin elbette bunda etkisi var. Ayrıca, karakterlerle bağ kurmam istenen sahneler de bana biraz yavan geldi. Yangının ortasında gidecek bir yerleri olmadığı sırada Kevin ve Mary’nin birbirine içlerini döktüğü sahne, bence tembel yazarlıktan başka bir şey değil.
Filme dair diğer bir hoşuma gitmeyen konu ise, karakterlerin bir grup itfaiye ekibinin her seferinde yangınların o tarafa doğru yöneldiğini söylemesi. Sonra ne hikmetse bizimkiler de bu farkındalıklarına rağmen o tarafa gidiyor. Bu sahnelerden en az iki tane var ve bunlar bazı yerlerde benim için filmin heyecanını oldukça düşürdü.
Yangının Arkasında Bıraktığı Enkaz
The Lost Bus, günümüzde hem ülkemizde hem de dünyanın birçok yerinde çıkan yangınları onlardan etkilenen insanların gözünden iyi bir şekilde anlatıyor. Greengrass; şirketlerin gözünün paradan başka bir şeyi görmediğini ve insan hayatını hiçe saydıklarını, bizi kendimizden başka kurtaracak kimsenin olmadığını gösteriyor.
Sonuç olarak, gerek yüksek gerilimi gerekse oyuncu performanslarının kalitesi ile The Lost Bus‘ı beğendim. Yaşanan trajik olay, belgeselvari bir şekilde ancak bu kadar iyi anlatılabilirdi.
Yiğit Kirpi‘nin diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar