İsviçreli yönetmen ve senarist Ramon Zürcher, üç yıl aradan sonra yeni filmi The Sparrow in the Chimney ile izleyiciyle buluşuyor. The Strange Little Cat isimli ilk uzun metrajının konusuyla benzerlik taşıyan The Sparrow in the Chimney, ele aldığı aile hikâyesi için göl kıyısında, doğayla iç içe bir yazlığı kullanıyor. The Girl and the Spider filmini birlikte yönettiği ikiz kardeşi Silvan Zürcher, bu defa filmin yapımcılığını üstleniyor. Prömiyerini Locarno Film Festivali’nde yapan The Sparrow in the Chimney, İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale ödülü için yarışan filmler arasında yer alıyor.
Bu yazı The Sparrow in the Chimney hakkında spoiler içerebilir.
Aile Bir Araya Geldiğinde
Karen (Maren Eggert) ile Jule (Britta Hammelstein) isimli iki kız kardeş, annelerinin ölümünün ardından, hayatta olmayan babalarının doğum gününü kutlamak için bir araya geliyor. Evli, çocukları da olan bu iki kardeş, temel bazı ayrımlar yüzünden birbirinden uzaklaşmışa benziyor. Hayatı boyunca annesi Karen’i, babası ise Jule’i sevip el üstünde tutuyor. Biri annesinin, biri babasının sevgisinden azade büyüdüğü için çocukluklarına dair hatırladıkları ve anlattıkları çelişiyor. Yazlıktan uzaktaki hayatlarında kaçabildikleri bu ayrım, eşleri ve çocuklarını yanlarına alarak geldikleri evde görünür oluyor. Üstelik annesinin ölümünün ardından eşi ve çocuklarıyla yazlık eve yerleşen Karen için daha yoğun biçimde. Zira annesinden kalan her şeye kutsallık atfediyor, çocuklarının annesinden kalan eşyaları kullanmasını saygısızlık sayıyor. Üç çocuğundan ikisinin onu sevmediğini açıkça dile getirdiği Karen, büyük kızı Christina’yı (Paula Schindler) diğerlerinden ayrı tutuyor. Christina ise onu zehirleyen bu evden uzaklaşmanın yollarını arıyor.
Markus (Andreas Döhler) eşi Karen’ın sessiz tehditlerden uzaklaşmanın yolunu, köpeklerinin bakımını üstlenen ve gölün karşısındaki kulübede kalan Liv’le (Luise Heyer) ilişki yaşamakta buluyor. Liv, genç bir biyolog ancak mesleğini yapmak yerine Karenlar’ın yanına yerleşiyor. Sessiz, kendi halinde biri fakat aileye imrendiği ve bunu gizleyemediği zamanlar oluyor. Karen’in ortanca çocuğu Johanna (Lea Zoë Voss) ise aileyi açık sözlülüğü ile sarsıyor. Eklem hastalığı, hayattaki en büyük tutkusu olan dansı bırakmasına neden olunca hırçınlaşan Johanna, güvenilmez anlatıcı rolünü üstleniyor. Onun anlattığı her şey yarı gerçek, yarı yalan. Liv’e dair söylediklerinin bir çeşit kendini gerçekleştiren kehanete dönüşmesi tam da bu yüzden. Evin en küçüğü olan Leon ise evin bozduğu şeylerden biri. En azından Johanna öyle olduğunu söylüyor.
Evdeki Gizemler Çözülürken
Ortak kullanılan mülkler pek çok ailenin geçmiş anlatısında önemli bir yer tutuyor. Yazlıkların dönüşümlü kullanımı evin içerisinde farklı kuralların geçerli olmasına da neden oluyor. Jule, eşi, kızı Edda (Luana Greco) ve yeni doğan bebeğiyle yazlığa döndüğünde çocukluk yıllarında başlayan ayrım kendisini gösteriyor. Edda duvardaki boy ölçüm çizgilerini görüyor. Bu sırada Karen onun meraklı bakışlarının önünü kesiyor ve orada boyunu ölçemeyeceğini söylüyor. Jule, kızını onların da üst katta boylarını ölçtükleri bir duvar olduğunu söyleyerek dışlanmaktan koruyor. Bu sırada, ortak geçmişleri siz ve biz diyen bu yaklaşıma paralel biçimde dile geliyor. Örneğin, annelerinin gölün karşısındaki kulübede bir kadınla ilişki yaşadığı böyle ortaya çıkıyor. Babaları öğrendiğinde kulübedeki kadını oradan uzaklaştırıyor ama eşinin sadakatsizliğini affediyor. Pek de sır olmayan bu durum, anneyi başta kötü, sadakatsiz bir eş yaparken daha sonra o evde istemediği bir hayata mahkum ediyor.
Günümüzde kulübede yaşayan Liv ile Markus’un pek de gizlemeye çalışmadan yaşadıkları ilişki, geçmişteki gerilimin tekrar etmesine neden oluyor. Ancak Karen’ın Liv’e duyduğu adı konulamayan çekim, bir tür aşk üçgenini anımsatıyor. Karen’in eşcinselliğe ılımlı yaklaşımı, yönelimindeki belirsizliğin yanı sıra, Christian’ın anlattığı bir anıda belirginleşiyor. Christian bir kız arkadaşını öperken onları gören annesinin kızmak bir yana, onu destekler tutum sergilemesi anne kız ilişkilerine olumlu etki ediyor. Diğer yandan Johanna’nın genç ve güzel bedeniyle gurur duyan hali, Karen’da rahatsızlık uyandırıyor. Johanna’nın teyzesi Jule’nin eşine gösterdiği yakınlık ve flört eder tavır, yaşadığı hastalığın onda bıraktığı yarayı örtme çabasına dönüşüyor. Leon’un çevre evlerde yaşayan akranları tarafından tartaklanması ise bozukluğunun ruhani olduğu kadar bedensel de olduğunu düşündürüyor. Karen’ın elini yeni pişmiş, sıcak yemeğe sokup bekleyerek fiziksel bir his araması da bedeniyle kurduğu ilişkideki kopukluğa işaret ediyor. Sanki Karen’ın ailesindeki herkes, kendileriyle olan ilişkilerini fiziksel acı üzerinden tanımlıyor.
Hayvanların Önderliğinde Bir Kutsalın Yıkımı
Ramon Zürcher, şu ana kadar çektiği üç uzun metrajında da kedi, örümcek, serçe gibi hayvanların isimlerini geçiriyor. Bunun sembolik anlamı olduğu gibi, anlatıyı pastoral hale getiren bir yanı da var. The Sparrow in the Chimney özelinde serçeyle beraber başka hayvanlar da anlatıya yön veriyor. Yazlık evde şöminenin başında durup sürekli miyavlayan sarman, oradan kurtulmak isteyen bir enerjiyi fark ettiriyor. Bacanın kapağı açıldığında ortaya çıkan serçe, ne yazık ki aile içindeki gerilimi azaltamıyor. Üstelik onun ortaya çıkmasına neden olan sarman, bir süre sonra cezalandırılıyor. Karen, kedinin cezalandırılması olarak görülebilecek olaya kızdığında, ellerinin arasında tuttuğu kadehi kırıyor. Böylece kendine acı çektirmek isteyen yanı yineleniyor. Ne var ki kendisini özgürleştirmeye de bu anda başlayan Karen, Liv’den ateş böceklerinin hikâyesini öğreniyor: Aslında ateş böcekleri, çiftleşecekleri bir partner aradıklarında ışıklarını yakar, bulduklarında sönermiş. Hiçbir hayvan onları yemek istemezmiş çünkü herkes onların zehirli olduğunu bilirmiş. Aile ile ateş böceklerinin benzerliği ikisinin de zehirli olmasına dayanıyor.
Karen, huysuz, hırçın, geçinilemeyen biri olarak gözüküyor. Ne eşine ne de çocuklarına eyvallahı var. Sevilmemeyi umursamıyor. En azından görünürde. Kız kardeşiyle arasındaki gerilim sönümlenmeye her yaklaşışında mesafe yeniden açılıyor. Böyle anlarda görüntü yönetiminin sadeliğine Balz Bachmann’ın enstrümantal besteleri eşlik ediyor. Anlar müzikle canlanıyor. Karen’ın kulübeden seyrettiği yazlık evin yanma görüntüleri, hayalle kâbus arasında bir yere denk düşüyor. Sürekli olarak gittiği kulübe, annesiyle arasında kurduğu yarı özdeşliği hissettiriyor. Bir yanı annesinin altın yaldızlı tabaklarına, kristal bardaklarına sonsuza kadar sadık kalmayı isterken diğer yanı yazlığın ve ailesinin ona dayattığı kendilikten kaçmak istemesine neden oluyor. Bir sabah köpeği gezdireceğini söyleyerek evden çıkıp kasabaya gidiyor. Geride kalan Liv, Karen’ın yerine pasta yapıyor, ev işleriyle ilgileniyor. Öyle ki Karen ile aralarındaki sessiz yer değiştirmeye hızlıca ayak uyduruyor.
Usta Yazarların Öykülerinin Sadeliğinde
Karen’ın özgürleşmesi, yerine bıraktığı biri sayesinde oluyor. Yeni giysiler içerisinde eve dönen Karen’ın yüzü ilk defa gülüyor. Liv ise hayalini kurduğu yaşamın bu olmadığını kısa sürede görüyor. Markus yeniden Karen’ı arzulamaya, çocukları onu fark etmeye başlıyor. Karen, ateş böceklerinin zehirli olduğunu bilerek onları yemekten vazgeçiyor. Geçmişi değiştirilemez bir biçime sokmanın ya da değiştirerek istediği biçimi vermenin değil, kabulle gelen hafiflemenin mümkün olduğunu fark ediyor. Böylece çoğu zaman kutsallaştırılan anne, baba ya da aile miti ortadan kalkıyor. Belki de intihar ettiğini öğrendiğimiz babasının ya da ölen annesinin yasını tutmayı bu sayede bırakıyor, bir sayfayı kapatıyor.
Zürcher kardeşlerin The Girl and the Spider filminin görsel dünyası alışılandan sade, anlattığı hikâye ise dolaysızdı. The Sparrow in the Chimney ise Raymond Carver ile J. D. Salinger’ın öykülerini anımsatıyor. Okurken tasarruflu diliyle etkileyen öyküleri, gündelik hayatın sıradan anlarını yansıtıyor. The Sparrow in the Chimney, minimal oyunculukları, etkileyici müzikleri ve güçlü görsel yönetimiyle The Girl and the Spider‘daki unutulacak sadelikte olma tehlikesini ortadan kaldırıyor. Diğer yandan anlatım dili, sözünü ettiğim yazarlarınkine benzemeye devam ediyor. Ayrıca The Sparrow in the Chimney, Dublin Film Festivali’nde kazandığı En İyi Kurgu ödülünü sonuna kadar hak ediyor. İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale ile ayrılıp ayrılmayacağı henüz belli değil ancak festival programını inceleyip The Sparrow in the Chimney’i yakalamanızı öneririm. Zira karakterler, insanların içlerindeki pek de görünür olmayan acıları başarılı bir şekilde yansıtıyor.
Burcu Demirer‘in diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar