Toronto Film Festivali tüm hızıyla devam ediyor. Festivalin üçüncü gününe geldiğimizde artık programın ritmine, şehrin festival coşkusuna ve sinema salonlarının büyüsüne iyice alışmış durumdayım. Toronto, yalnızca filmleriyle değil, sokaklarıyla, insanlarıyla ve yarattığı kolektif sinema deneyimiyle de dünyanın en özel festivallerinden biri olduğunu her seferinde yeniden hatırlatıyor. Sabahın erken saatlerinde başlayan seanslardan gece yarısına kadar süren gösterimlere, soru-cevap buluşmalarına ve bazen de sokakta karşınıza çıkan film sohbetlerine kadar gün boyu süren bu yoğun tempo, aslında festival ruhunun tam olarak karşılığı.
Bugün sizlerle paylaşacağım filmler arasında, modern Alman sinemasının en dikkat çekici yönetmenlerinden Christian Petzold’un yeni işi Miroirs No. 3, İran sinemasından queer temsiliyle öne çıkan Between Dreams and Hope, bu yıl festivalde gösterilen tek Türk yapımı Aldığımız Nefes ve Ürdün’den Toronto’ya uzanan bir ilk film olan Sink yer alıyor. Bunun yanında Cannes’dan aldığı ödülle şimdiden çok konuşulan Sound of Falling, her filmiyle sinema meraklılarının gözünü İzlanda’ya çeviren Hlynur Pálmason’un The Love That Remains’i ve sürprizleriyle festivalde adından söz ettiren György Pálfi’nin Hen filmi de bu yazıda sizleri bekliyor.
Miroirs No. 3
Petzold, yine kendisini takip eden izleyicilerini tatmin edecek bir filmle karşımızda. Ve başrolde filmlerinden aşina olduğumuz Paula Beer var. Yönetmenin yakın tarihli filmi Undine’de gördüğümüz ölüm, ayrılık, yas gibi kavramlar bu filmde yine karşımıza çıkıyor ama bu kez farklı bir varyasyonla. Şehrin dışında, kırsalda küçük bir kasabada yaşayan ve geçmişin yaralarını sarmaya çalışan üç kişilik bir aile ve kendini bir anda onların arasında bulan Laura’yı izliyoruz.
Diğer Petzold filmlerinden aşina olduğumuz müzikler, karakterler, bisiklet sahneleri gibi yine çok tanıdık formüller var. Petzold, filmden sonraki soru-cevap kısmında bisiklet sahneleri ile alakalı gelen bir soruya cevap verirken filmlerinde bisikletin çok ayrı bir önemi olduğunu söyledi. “Bisiklet sürerken sıkılmazsın, bunalmazsın, kafan daha iyi çalışır, çünkü temiz hava alırsın.” dedi. Filmine atıfta bulunarak “Ama araba sahneleri öyle değildir, orada bir sıkışmışlık vardır.” diye bahsetti. Son olarak kendisinin de bisiklet sürmeyi çok sevdiğini, birçok fikrinin o bisiklet yolculuklarında ortaya çıktığını, ve yaşadığı Berlin’de kendine yeni bir elektrikli bisiklet aldığını ekledi. Daha birçok yeni Petzold filmi izleyeceğiz anlaşılan.
Between Dreams and Hope
Ali Asgari ile çektiği birçok ortak kısa filmden hatırlayacağınız İranlı yönetmen Farnoosh Samadi’nin yeni filmi Between Dreams and Hope‘u dünya prömiyerinde izledim. Başrollerinde Fereshteh Hosseini ve Sadaf Asgari’nin yer aldığı film, İran’da çok rastlamadığımız bir queer aşk hikayesi anlatıyor. Benim özellikle Sadaf Asgari’nin performansı çok hoşuma gitti, kendisini Terrestrial Verses filmindeki rolünde de çok sevmiştim. Ama filmin geneli adına çok pozitif şeyler söylemeyeceğim.
Film sonrası yapılan soru-cevapta da bunu çok hissettim, yönetmen bir queer hikaye anlatıyor ama kendisinin uzaktan yakından bu dünya ile ilgili pek bir ilgisi olmadığı belli oluyor, bunu filmi izlerken zaten hissediyorsunuz. Evet; çarpıcı, etkileyici, sert bir film ama özellikle finalinde de olduğu gibi gereksiz uzatılan ve yer yer anlamsız gelen birçok sahne ile örülmüş bir senaryoya sahip.
Aldığımız Nefes
Festival programı açıklandığından beri en çok merak ettiğim filmlerden biri Aldığımız Nefes‘ti. Çünkü film, bu yıl festivalde gösterilen tek Türk yapımı olma özelliğini taşıyor. Toronto, dünyanın sayılı film festivallerinden biri olduğu için buraya başvuran birçok Türk filmi arasından seçilen ve gösterim yapan filmler seyirciyi çok üzmüyor ve belli bir tatmin duygusuyla uğurluyor. Keza Aldığımız Nefes de benim için öyle oldu. Bu, yönetmen Şeyhmus Altun‘un ilk uzun metraj filmi. Bundan 5 yıl önce kendisinin Göremediğimiz Tüm Işıklar adlı kısa filmini izlemiş ve sevmiştim. O filmden yıllar sonra kendisini uzun metrajı ile Toronto’da görmek gerçekten çok mutluluk verici; zira bu, sinema serüveninde bazı şeyleri doğru yaptığını gösteriyor.
Filmin hikayesinden biraz bahsedecek olursam, altı kişilik bir aile üzerinden fabrikadaki kimyasal atıkların sebep olduğu bir yangının kasaba halkına etkilerini izliyoruz. Annenin olmadığı bu hikayede, evin küçük kızı Esma’yı yer yer anne rolüne girmişken buluyoruz ve bunun yanında çocukluğunu yaşamaya çalıştığı büyüme hikayesini izliyoruz.
Baba karakterine hayat veren Hakan Karsak ve Esma karakteri ile Defne Zeynep Enci, unutulmayacak performanslar ortaya koymuş. Keza görüntü yönetmenliği de aynı şekilde başarı göstermiş, filmde hikayeyi çok güzel yansıtan başarılı bir sinematografi izliyoruz. Bu başarının arkasında da Kuru Otlar Üstüne ve Hayat filmlerinden hatırlayacağınız Cevahir Şahin var. Filmi şimdiden merak edenler için, Aldığımız Nefes‘in ekim ayında Antalya Film Festivali’nde Türkiye prömiyeri yapacağının haberini vereyim.
Sink
Kanada’da sinema okulundan mezun olan Ürdünlü yönetmen Zain Duraie, çektiği ilk uzun metraj Sink ile Toronto’da dünya prömiyeri yaptı. Film, bu yılki Ürdün yapımı birkaç işten biri; o yönüyle de ülkesi adına önem taşıyor. Türünü psikolojik-dram diye anabileceğimiz Sink, bir aile özelinde evin büyük oğlu Basil’in mental sıkıntılarına ve annesi ile arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Filmin özellikle final sahnesi benim çok hoşuma gitti. Yaşadığı onca psikolojik sıkıntıdan sonra Basil’in yine annesini düşünmesinin sizin de bir miktar kalbinizi kıracağına eminim.
Sound of Falling
Sound of Falling, Alman sinemasından yıllara yayılan sert ve etkileyici bir hikaye. Cannes’da yaptığı dünya prömiyerinden beri son zamanlarda sinema camiasında en çok konuşulan filmlerden biri. Film, aynı zamanda Cannes’daki en önemli ödüllerden Jüri Özel Ödülü’nün sahibi oldu.
Yönetmen Mascha Schilinski, ikinci uzun metraj filmi ile nasıl böyle bir şey ortaya koymuş akıl alır gibi değil. Film, daha açılış sahnesiyle etkileyici bir giriş yapıyor. Film, farklı dönemlerde ama aynı çiftlik evinde yaşamış dört kız karaktere odaklanıyor. Yer yer aralarındaki bağlantıyı ve yaşadıkları dönemleri anlamakta zorlansak da, Sound of Falling öyle bir kurguya sahip ki kendinizi filmin seyrine bırakmanız yeterli oluyor. Kullanılan renk tonları ve kamera açıları da filmin seyir zevkini büyük oranda artırıyor.
The Love That Remains
Şu ana kadar izlediğim onca yapım arasında favori iki filmimden biri, Hlynur Pálmason’un The Love That Remains‘i oldu. Yönetmen Pálmason, yeni filmi sebebiyle Toronto’ya gelemedi ama Magnus’a hayat veren Sverrir Gudnason’un burada olması ve sorularımızı cevaplaması çok güzel oldu. Çünkü filmin hikayesinde kendisinin çok önemli bir yeri var. Anlattığı kadarıyla film yedi haftada çekilmiş. Ve hava şartlarının çok değişken olduğundan, filmci olarak plan yapmanın çok zor olduğundan bahsetti. Bazı günler havanın değişimine göre sahneleri çekmişler. Bu kadar zorluğa rağmen ortaya mükemmel bir sonuç çıkmış.
Filmin bazı bölümleri bana yönetmenin kısa filmi The Nest‘i hatırlattı, ki o filme de bayılırım. Her filmini duyar duymaz koşa koşa gidip izlediğim Pálmason’un gözünden İzlanda’yı ve onun küçük dünyasını keşfetmek, günümüz sinema dünyasında yapmayı en sevdiğim şeylerden biri olabilir.
Hen
Taxidermia, Hukkle gibi kendine has filmler çekip auteur diyebileceğimiz bir seviyeye ulaşan Macar yönetmen György Palfi’nin, Macaristan’da çekemediği için birçok ülke arayıp en son Yunanistan’da karar kıldığı Hen filmi, şu anlık benim için festivalin sürprizi. Kendisinin anlattığı kadarıyla filmin arka planındaki en ilginç şeylerden biri şu: Yönetmen film için resmen hayatını değiştirmiş, ailesiyle birlikte Macaristan’dan Yunanistan’a taşınmış.
Filmde baştan sona bir tavuğu izliyoruz. Evet, yanlış duymadınız; filmin başrolünde bir tavuk var. Hatta gösterime neden gelmediğini soran bir seyirci dahi oldu. Filmde birçok farklı kardeş tavuk kullanılmış ve hepsi beraber büyümüş. Hepsine set ekibi tarafından ayrı ayrı isimler verilmiş. Tüm set ekibi, zor olduğu kadar oldukça eğlenceli bir deneyim yaşamış. Filmin konusuna dair pek bir şey söylemek istemiyorum, çünkü hikayenin arka planı zaten başlı başına bu filmi izleme sebebi. Ama öyle bir sahne var ki, filmde çoğumuzun bildiği bir Yunan şarkısı çalıyor ve her şeyiyle o kadar cuk oturuyor ki sahneye. Tek kelimeyle muhteşem! Alın, filmi izlemek için size bir sebep daha.
Hüseyin Çakır‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, Twitter ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Toronto Film Festivali: 1. Gün | No Other Choice, Sirât & It Was Just an Accident
Yorumlar