Noah Baumbach‘ın bu sene Venedik Film Festivali’nin ana yarışma seçkisinde yer alan yeni filmi Jay Kelly, yönetmenin bildiği sulara geri dönüşünü müjdeliyor. En son Don DeLillo‘nun aynı adlı romanını uyarladığı White Noise, post-modern bir kıyamet senaryosu içinde absürt bir aile portresi çiziyordu. Orantısız anlatısı, hırslı yönetmenliği ve tuhaf fikirleri çokça eleştirilmiş, pek fazla seveni çıkmamıştı. Baumbach, eşi Greta Gerwig ile Barbie‘yi yazdıktan ve milyonlar kazandıktan sonra bilindik formüllerin çalıştığına daha çok ikna olmuş olmalı. Zira Jay Kelly, “ufak insanların büyük hikayeleri” alt türüne odaklanarak yönetmenin en iyi tanıdığı alanlardan birine giriyor. Ancak bu kez pek de önemsiz bir insandan bahsetmiyoruz. Karşımızda, oyuncusu George Clooney‘nin adeta bir izdüşümü olan megastar Jay Kelly var.
Magazinsel Sorular
Kariyeri boyu onlarca proje ile halkın kalbini kazanmış olan Jay Kelly, halen oyunculuğa devam eden bir sinema yıldızı. Ancak zamanında ona yol göstermiş ve ünlenmesini sağlamış büyük yönetmen Peter Schneider ölünce bir kırılma yaşıyor. Kızlarıyla olan ilişkisini bir türlü düzeltemeyen, her yere yetişmek isterken hiçbir yerde tam anlamıyla bulunamayan ve bir türlü yalnız kalamayan Kelly, dostunun ölüm haberini aldığı gibi geçmişin dehlizlerine gömülüyor. Önce konservatuardan eski bir arkadaşı ile talihsiz sonlanan bir yemeğe çıkıyor, ardından kendini pişmanlıklarla dolu anılarında yüzerken buluyor. Baumbach, karakterin geçmişe saplanıp kalmasını aniden içine girdiği anılar üzerinden resmediyor. Karakter, aynı bir seyirci gibi geçmişini izliyor ve o anlara ait mutluluklarını ve pişmanlıklarını paylaşıyor.
Tüm bu sorgulamaların ışığında cesaret kazanan Jay Kelly, kızının peşinden Avrupa’ya yolculuk etmeye ve reddettiği bir onur ödülünü almaya karar veriyor. Ani kararlarla ve organizasyon ekibinin beklemediği seviyede kaotik çıkmazlarla dolu olan bu yolculuk, Kelly’nin bir şeyleri düzeltmek için tek fırsatı. Sanıldığının aksine Baumbach‘ın amacı, sinemanın büyüsüne ve daima kişisel olanı yansıtma gücüne dair bir aşk mektubu yazmak değil. Nadiren buna meylettiği anlar var, ancak yönetmenin asıl odağı “kalabalıklar içinde yalnız kalmış” bir yıldızın hayatını magazinsel açıdan keşfetmek.
Filmin bu sığ perspektifini tren sahnesi üzerinden okumak son derece mümkün. Jay Kelly, özel jetlerin ve lüks arabaların aksine -yıllar sonra belki ilk kez- halka açık bir trene biniyor ve haliyle tüm yolcuların dikkatini üstüne çekiyor. İnsanların ağzından bazı sorular dökülüyor: “Bu kadar ünlü olmak nasıl bir duygu?”, “Yaşlanmayı düşünüyor musunuz?”, “Bunca hayranınız olmasından memnun musunuz?”, “Pişmanlıklarınız var mı?”, “Sizi buralarda görür müydük?” vesaire vesaire. Baumbach, Netflix‘in steril estetiği ile dolu filmde yedinci sanat hakkında karmaşık sorular sormakla ilgilenmiyor. Tuhaf bir şekilde ilginç bulduğu tüm meseleler, trendeki yolcularınki ile aynı.
Kalabalıklar İçinde Bir Yalnız
Jay Kelly, ünlendikçe kendine yabancılaşan ve her şeye gücü yettiği için bir şeyler adına mücadele etmeyi unutmuş bir yıldızın hikayesi. Sıradan yaşam döngüleri içindeki ince nüansları yakalayabilen ve karakterlerinin devleşmesine izin veren Baumbach, kağıt üstünde bu yaklaşımın da altından kalkabilir gibi görünüyor. Ancak filmi izleyince görüyorsunuz ki, yönetmenin hayata ve onun ufak detaylarına olan ilgisi son derece körelmiş. Kelly’nin kompartımanı seyrettiği sahnede fark ettiği detaylar, bu köhne bakışı birebir yansıtıyor: cama bakarak ruj süren bir kadın, sandviçini yemek üzere sofrasını kuran bir teyze, trene yetişmek için koşturan bisikletli gençler, koltuğunu bulmaya çalışan adamlar…
Büyük bir kısmı Avrupa’da geçen filmdeki bu çiğ detayları -son derece karikatürize yerli karakter temsillerine rağmen- yalnızca oryantalist bir bakışa yıkmak istemiyorum. Baumbach‘ın Kelly’ye kaybettiklerini hatırlatmak ve esinlendiği halktan kopuşunu simgelemek için kullandığı tüm bu nüanslar, bana kalırsa yönetmenin o ufak yaşam rutinine bakışındaki gerilemeyi temsil ediyor. Hakeza, yönetmenin bu coşkulu ve hayat dolu insan kalabalığını bir tezahürat ögesi olmaktan öteye götüremediğini görüyoruz.
Jay Kelly; odaklandığı yıldızın kendini bulma yolculuğunu kontratında yer alan anlamsız cheesecake maddesi, ona durmadan içecek ikram eden koruması ve kendini kanıtlamak için çabaladığı gereksiz inisiyatif anları ile sınırlandırmak istemiyor. Ancak Baumbach‘ın, zayıf dramatik yapıyı parlatmak için kullandığı geçmişe yolculuk anlarında bile derinleştiremediği bu karakter çalışması, ancak daha fazla karakterle genişletilebiliyor. Adam Sandler ve Laura Dern‘ün canlandırdığı menajerler ile sağlanmaya çalışılan bu kalabalık karakter potpurisi, ilk bakışta sempatik gelmesine karşın Kelly’nin çıkmazlarına yeni bir kapı aralamıyor.
Öte yandan, Sandler‘ın karakterinin ailesiyle olan bitmek bilmez sorunları ve hiçbir şeye yetişememe hali, oyuncunun o yorgun performansı sayesinde bir nebze nefes aldırıyor. Gelin görün ki, Baumbach onu bile Kelly’yi bugünlere getiren “emektar menajer” olarak kodlamaktan başka bir şey yapmıyor. Bu konuda, Kelly’nin kızları ve babasıyla olan ilişkisi de yüzeyin ötesine ulaşamıyor. Jay Kelly, skeçleşen senaryosu ile her sahnede belli bir diyalog kalabalığı ve ironi komedisi sunmaya çalışsa da, bunlardan çok azı işlevsel bir şekilde hikayeye eklemlenebiliyor.
Küçük Bir Tebessüm
Etrafındaki herkesin bir rol içinde olduğu, hatta kendisi bile oynadığı karakterler kadar var olabilen Jay Kelly’nin ardında aslında ilginç bir kimlik sorunu var. Kendi anılarını bile dışarıdan seyretmesi bunun açıkça bir göstergesi. Ancak Baumbach‘ın perspektifinde bu varoluşsal çıkmaz, ne All That Jazz‘deki sonsuz performans sorunu kadar muzip ne de –meta filmlerin olmazsa olmaz referansı- 8½‘taki kararsızlık hali kadar etkileyici. Yönetmenin referanslarını fark etmek zor olmasa da, Baumbach onlara güncel bir doku katmak konusunda başarısız kalıyor. Jay Kelly‘nin amacı sektörel bir taşlama yapmak değil, lakin Seth Rogen‘ın bu yıl The Studio‘da imza attığı harikulade ve her açıdan nokta atışı eleştirilerin zerresini burada bulmak imkansız. Bu açıdan Jay Kelly, ancak barındırdığı Netflix estetiği kadar güncel bir yapım.
Hafif tonunu ağır bir ekran süresi ile uzattıkça uzatan Jay Kelly, nadir anlarda ilginç fikirlerle çıkageliyor. Mesela, Kelly’nin kendi adını ayna karşısında sinemanın büyük yıldızlarının isimleri ile beraber tekrarladığı lavabo sahnesi veya metot oyunculuk sürecini her açıdan yansıtan menü okuma anı, bunlara örnek olarak verilebilir. Baumbach için üne dair -pazar sabahları magazinlerde duyabileceğiniz- o bilindik sorulara ucundan dahil edilen böyle anlar, Hollywood tipi meta anlatıya bir katman daha eklemekle yetiniyor. Katmanlar çoğaldıkça pek üst üste binmeyen ve anlamlı bir bütün oluşturmayan fikirlerin hepsi, Jay Kelly‘nin o büyük sorulara karşı sunduğu vasat cevaplardan öteye gidemiyor. Nitekim Baumbach‘ın yaptığı, bakması ve seyretmesi belli ölçüde keyif veren ve Clooney‘nin sinematik mirasını kutlayan bir ara proje kıvamında.
Filmin sonundaki tören sahnesi, Jay Kelly‘nin kalabalık temalarını tek bir potada eritme çabasının en büyük örneği. Perdede Clooney‘nin kendi filmlerinden sahneler akarken, seyircinin ve Kelly’nin gözlerinin dolduğunu görüyoruz. Ancak bu sahneler, Kelly’nin gözünde kızlarının ona sunduğu bir gösteriye dönüşüyor. “Nihayetinde her şey bunun için.” diyor Baumbach. “Herkesi güldürdükten sonra karşılığında tek bir tebessüm alabilmek.” Bu, sanatçı olmanın ve ömür boyu öyle ya da böyle rol yapmanın tatlı bir özetini sunuyor olsa da, anlık bir duygu bırakmaktan öteye gidemiyor. Belki yönetmen bizden istediği kadar gülücük alamıyor, ama yine de seyircide ufak bir dokunuş bırakmayı biliyor. Kelly, montaj bittikten sonra bir tekrar daha almayı isterken gözünüzün içine bakıyor. Biz seyirci olarak muhtemelen Jay Kelly‘yi baştan seyretmeyeceğiz, ancak Baumbach‘ın Kelly’ye bir kere daha yaşamak isteyeceği bir an bırakması belli ki onun için yeterli.
Tunahan İbiş’in diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar