Mission: Impossible III, her şeyiyle bir J. J. Abrams filmi. Filmin ilk kez izleyicilerle buluştuğu dönemde Abrams’ın yönetmenlik alışkanlıklarını gözlemlemek ne kadar mümkündü bilinmez, fakat bugün geriye baktığımızda tekrar eden motifleri görmemek imkansız. Sevdiği eserleri teknik alanlarda son derece başarılı, fakat orijinallikten de aynı ölçüde uzak modernleştirmelerle izleyiciye sunan Abrams, televizyon dizisinden sinemaya “terfi eden” Mission: Impossible serisinde de tam olarak bunu yapıyor. Fakat şaşırtıcı bir biçimde, bunun seriye etkisi fazlasıyla pozitif.
Mission: Impossible filmlerinin seri olma yönünde büyük bir çabası olduğu söylenemez. Serinin ilk iki filmi, yönetmenlerinin beğenileri doğrultusunda şekillenen tarzları ve kendi içlerinde sonlanan olay örgüleriyle eğlencelik aksiyon filmleri olmanın ötesine geçememişti. J. J. Abrams’ın yönettiği Mission: Impossible III de bu bağlamda önceki filmlerden ayrılmıyor, fakat serinin sonraki filmlerinde benimsenecek modern yaklaşımın temelini atmayı başarıyor. Tek başına da pekala işleyen Mission: Impossible III, Abrams’ın garantici ama etkili yönetmenliğiyle seyir zevki yüksek bir deneyim sunuyor.
Aksiyon Varsa Gerisi Teferruat
“Buraya nasıl geldiğimi merak ediyorsunuzdur.” tipi bir açılış yapan film, ikonik jeneriğinin hemen ardından Ethan’ın yaşadığı mutlu aile hayatını göstererek izleyici için bir tezat yaratıyor. Tabii seriye alışkın izleyiciler, açılışta gördüğümüz sahnenin devamını kolaylıkla tahmin ediyor; fakat Ethan’ın duygusal yanını göstermek için girişilen bu çaba, filmin de işlemesinin en büyük nedenlerinden biri aslında. Önceki filmlere kıyasla Mission: Impossible III‘te biraz daha duygusal bir Ethan görüyoruz. Tom Cruise’u bir Action Man oyuncağı olmaktan çıkarıp empati kurulası bir “karakter” olmaya yaklaştıran da filmin yine bu yaklaşımı oluyor. Ethan’ın çevresindekilerle bağ kurması, bu ilişkilerin hem onun kararlarını hem de olay örgüsünün gidişatını etkilemesi gibi unsurlar, karakterin serinin devamındaki yansıtılışına zemin hazırlıyor.
Fakat bunun dışında, Mission: Impossible III içerik bağlamında pek de bir şey sunmuyor. Temel hedefi izleyiciyi eğlendirmek olduğundan, bunun pek de sorun yaratmayacağını söylemek mümkün; fakat serinin sonraki filmleriyle kıyaslandığında yazımındaki ucuz numaralar daha çok göze batıyor. Bütün filmi, ne olduğu ve niçin kullanılacağı bile belli olmayan bir MacGuffin‘in peşinde koşuşturmaya harcıyoruz. Yazarlar adeta izleyiciye “Böyle detaylarla vakit kaybetmeyelim, buyrun havalı aksiyon sahneniz.” demeyi tercih ediyor. Film boyunca Mission: Impossible ruhunu yansıtan gayet keyifli sekanslar bulunsa da, olay örgüsündeki bu yavanlık filmin tam potansiyeline ulaşmasını engelliyor.
En İyi Kötü Adama En Tırt Son
Potansiyel demişken, Mission: Impossible III’ün serideki en iyi kötü karakterlerden birine sahip olduğunun, fakat bunu da en iyi şekilde kullanamadığının altını çizmek gerek. Oscar ödüllü aktör Philip Seymour Hoffman’ın eşsiz performansı, karakterinin karizmatik, özgüvenli ve tehditkar yapısını çok iyi yansıtıyor. Fakat filmin geneline de yayılan ve çoğunlukla işleyen komedi unsurlarının karakterin sonuna da dahil edilmesi, yazarların işin içinden nasıl çıkacaklarını çözemediklerine işaret ediyor. Yan rollerdeki herkes üstüne düşen görevi yerine getirse de, film bittiğinde Luther ve Benji dışında hiçbirini hatırlamıyorsunuz. Seriye bu filmle dahil olan Benji’nin akılda kalıcılığı da büyük oranda Simon Pegg’in kısıtlı ekran süresine rağmen sunduğu etkili performanstan geliyor.
İzlediğinizin basit bir film olduğunu kabullenirseniz Mission: Impossible III gayet keyifli bir film. J. J. Abrams’ın kalemi ne kadar zarafetten uzaksa, yönetmenliği de bir o kadar etkili. Özellikle John Woo’nun kendine has aksiyon tarzını sevmeyenler için, Abrams modern döneme pürüzsüz bir geçiş sunuyor. Özellikle kamera kullanımı ve sahne geçişlerindeki yetkinliği, form üzerindeki hakimiyetini sergilemeye yetiyor. Lokasyon seçimlerinin de etkisiyle izleyiciye akılda kalıcı birden fazla aksiyon sekansı sunabilen film, ışıklandırma ve color grading konusundaki başarısıyla bu sekanslar arasındaki kısa boşlukların sıkıcılaşmasını engelliyor.
Mission: Impossible – Ghost Protocol’den itibaren serinin kalitesi belli bir seviyenin altına düşmediğinden, Mission: Impossible III’e serinin en iyi filmlerinden biri demek güç. Fakat baştan sona keyifle izlenecek eğlenceli bir film olduğunu da unutmamak gerek. Özellikle serinin sonuna yaklaştığımız şu günlerde tüm filmleri izleyecek vaktiniz yoksa, şans vereceğiniz film Mission: Impossible III olabilir.
Tuncer Haydarlar‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar