Hell or High Water, Starred Up, Outlaw King ve Perfect Sense gibi sayısız iyi filme imza atan David Mackenzie, 70’lerin ajan filmlerini hatırlatan yeni filmi Relay ile bir kez daha karşımıza çıkıyor. Yönetmen; teknoloji bağımlısı olmuş günümüz insanlığının, sokak dilinden ve eski usul saklanma tekniklerinden haberinin olmadığı günümüzde son derece zeki yanları olan bir filme imza atıyor.
Teknolojiyi Saf Dışı Bırakan Zekice Hamleler
Riz Ahmed’in canlandırdığı gizemli karakter, ifşa ettikleri şirketlerden korunmaya çalışan ihbarcılara yardım eden bir adam. Dijital dünyada anonim kalma yöntemleri arasında tek kullanımlık telefonlar, ABD posta servisi kaynakları ile sağır ve işitme engelliler için bir telefon sistemi yer alıyor. Bu tür sistemlerin varlığını dahi çok az kişi bildiğinden dolayı, seyircinin yeni bilgilere karşı duyarsız kalamadığı bir metin ortaya çıkmış.
Bu telefon sisteminde aracı kurum tarafından söylenen her şey, üçüncü bir kişinin yardımıyla analog bir klavyeye aktarılarak karşı taraf ile iletişim kurulması sağlanıyor. Eski dönemlere ait gibi duran bu dramatik aygıt, şaşırtıcı bir şekilde filmin ana karakteri için koruyucu bir kalkan oluşturuyor. Bu aygıt ve günümüz dünyasına ait olmayan postacılık sisteminin analog kullanımının, senaryodaki güç dengesini belirleyen ana unsur haline gelmesi filmin en büyük alametifarikası.
İncelikli Bir Senaryo ve Kedi Fare Oyunu
Relay’ın senaryosuna özellikle bir parantez açmak gerekiyor. Gitgide kedi-fare oyununa dönüşen hikaye, değişken parametreleri ve her seferinde sizi şaşırtabilen hamleleriyle tam bir satranç oyunu gibi işliyor. Karakterlerin bulundukları dünyadaki tekinsiz ve güvencesiz varlıkları, bir terslik halinde tepetaklak olabilecek bir kırılganlıkla ele alınıyor. Bu yüzden film, merak unsurlarını finaline kadar başarıyla ilerletmeyi sürdürüyor. Senaryoda incelikle işlenen her detay, hikaye akışına direkt etki ederek fark yaratmayı başarıyor.
Filmin başrolleri Riz Ahmed ve Lily James’in karakterleri arasındaki ince duvar, zaman zaman romantik bir çizgiye kayabilecekken, film bu çizgiyi farklı amaçlarla kullanarak öyküye derinlik katmayı amaçlamış. Karakterlerin defolarından ve geçmişlerinden doğan boşluklar, ana hikayenin gelişmesi için yan unsurlar olarak senaryoda yerini almış.
Bunca olumlu noktasına rağmen filmin en zayıf yanı, tahmin edilmeye müsait yapısı. Çok fazla beyin fırtınası yaparsanız bu tip filmlerdeki senaryolar, aldığınız seyir zevkini sekteye uğratabilir. Bu nedenle filmi izlerken olay akışına kendinizi bırakmanız, seyir zevki açısından daha mantıklı bir karar olacaktır. Ayrıca filmin finali her ne kadar keskin çizgilerle oluşturulmuş olsa da, bir gıdım daha etkileyici mizansenlerle örülebileceği gerçeği, film bittiğinde aklımızı kurcalayan noktalardan biri oluyor.
70’lerin Ajan Filmlerinin Etkisi
Referanslarından bahsedecek olursak Relay, bazı yönleriyle kült klasik The Conversation’ı hatırlatırken, öte yandan ana karakterinin profesyonel yapısı ve kendi içindeki girdaplarıyla Michael Clayton‘a selam veriyor.
Filmin en çok vurgu yaptığı noktalardan biri de New York’ta geçmesi. Film, New York’u adeta bir saklambaç oyunun içinde gizlenilen kuytu bir köşe gibi kullanıyor. Milyonlarca insanla dolu bu koca metropolde kapana kısıldığınızı hissettiren atmosfer, filmin ne kadar büyük bir işe soyunduğunu gösteriyor.
New York’un büyüklüğünden kaynaklı olarak seyircinin güven sıkıntısı yaşadığı bir ortamda, Mackenzie‘nin ana karakterini bir güven objesine dönüştürmesi de başka ilginç bir detay. Üstelik bunu yaparken karakterinin hem mükemmel yönlerini hem de zayıf taraflarını seyircinin nabzını ayarlamakta kullanması, David Mackenzie’nin başarısı olarak özetlenebilir.
Çağımızın En İyi Yönetmenlerinden Biri: David Mackenzie
Mackenzie‘nin her filmini başka bir stille çekerek ve farklı konulara yönelerek bambaşka eserler ortaya çıkarması, çağımızın gösterişsiz ama bir o kadar özgün yönetmenlerinden biriyle karşılaştığımıza kanıt olarak gösterilebilir. Çalışmaları arasında kolayca tanımlanabilir tek ortak nokta ise şudur: Genellikle kaosun ortasında kalan erkek karakterlerin, izole olma çabaları üzerinden içgüdüsel zekaya odaklanmalarını görürüz. Buna paralel olarak zaman yönetimi, her filminde önemli bir konumda olur. Mackenzie‘nin stil yaklaşımı, her zaman anlattığı hikayeye tabidir. Bu kural, her filminin farklılaşarak karşımıza sunulmasını sağlar. Relay’de de bu özelliği tekrar görmek mümkündür.
Sonuç olarak Relay; günümüzün kapitalist dünyasında büyük şirketlerin, doğruyu yapmak isteyen insanları feda etme zalimlikleri hakkında olan ve insan doğasını ön plana çıkartan düşündürücü bir film. Film, bu bağlamda yalnız insanın ahlaki tereddüdünü önemseyerek, bu ikilem üzerinden fark yaratılabileceğinin altını çizmeye çalışıyor. Filmin en başındaki sahnede şuna benzer bir söz söyleniyor: “Kötülüğün görünüşünün hiç normal bir insana benzeyeceğini düşünmemiştim.” Bu sözün değerini film bittiğinde anlıyorsunuz. Dünyada kötülüğü oluşturan unsur, hiçbir zaman doğaüstü bir yaratık olmuyor. Kötülüğü her zaman insanın ta kendisi yaratıyor. Relay de bu gerçekliği bir kez daha ifşa ediyor.
Haktan Kaan İçel’in, diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar