Yönetmen Tim Mielants’ı geçtiğimiz yıl Claire Keegan’ın Böyle Küçük Şeyler romanını uyarladığı Small Things Like These filmiyle hatırlıyoruz. Yönetmen, bu yıl ise Marx Porter’ın Shy isimli romanından uyarladığı yeni filmi Steve ile seyirci karşısına çıkıyor. Kitabı okumadığım için kitapla karşılaştırma yapmam mümkün değil. Ancak anladığım kadarıyla kitapta daha çok Shy karakteri üzerinden ilerleyen bir kurgu varken, filmde daha çok Steve üzerinden işleyen bir anlatı var.
Steve’in konusuna baktığımızda, önemli bir bölümü oluşturan gençlik anlatısının yönetmenin önceki filminde de olduğunu görüyoruz. Yani Tim Mielants cephesinde bu açıdan değişen pek bir şey yok. Ancak ilk filme kıyasla daha çok gençlerin olduğu yerden değil, onların kuşak olarak bir üstü bir adamın perspektifinden bakıldığı fark ediliyor. Bu da yönetmenin filmlerindeki belirgin ton farkını görmemizi sağlıyor.
Kaotik Bir Yirmi Dört Saat
Steve, tüm hikâyesini yirmi dört saatlik bir zaman diliminde anlatan bir film. Olaylar, 1990’ların ortalarında kurgusal bir yatılı “son şans” ıslah okulu olan Stanton Wood’ta geçer. Hikayenin merkezinde filme de adını veren Steve (Cillian Murphy) vardır. Okulun müdürü olan Steve, hem temsil ettiği okulun ayakta kalmasını hem de çöken kişisel dengesini sağlamakla boğuşmaktadır.
Sabah saatlerinde başlayan hikayede öğrenciler kahvaltıya iner, öğretmenler ise günlük planlarını yapar. Henüz filmin başlarında öğrendiğimiz bir durum vardır, ki o da okulun yakın gelecekte kapanma ihtimalidir. Bu bilginin getirdiği kaos ortamı, Steve’i kendi dünyası ile dışarıdaki dünya arasında bir dengesizliğe sürükler.
Bu kaosun ortasında öğrencilerden biri öne çıkar: Shy (Jay Lycurgo). Öğrencilerin bazı sıfatlarla isimlendirildiğini gördüğümüz, Steve ile birlikte öne çıkan karakter de “utangaç” anlamına gelen Shy’dır. Shy’ın zaman zaman dışa dönük tavırları olsa da, bu davranışlarının altında derin bir kırılganlığın olduğunu hissederiz. Karakterin dünyası, annesiyle yaptığı kısa bir telefon konuşmasıyla sarsılır. Annesi, onunla tüm bağlarını kopardığını söyler. Bu sahne filmde bir dönüm noktasıdır. O andan sonra Shy’ın enerjisi sönmeye, gözleri uzaklaşmaya başlar. Terapist Jenny ve yeni öğretmen Shola bu değişimi fark eder ama Steve, günün idari karmaşası içinde kendi dengesini korumaya çalışmaktan bu sinyalleri gerektiği gibi okuyamaz. Yönetmen, bu ihmali karakterin kusuru olmaktan çıkarır. Onun yerine sistemin yorgunluğuna, bakımın kurumsallaşmış sınırlarına dair bir eleştiriye dönüştürür.
Öğle saatlerine doğru okul bir dizi küçük krizle sarsılır. Basının ilgisi, denetçilerin ziyareti, öğrenciler arasında çıkan bir kavga derken, Steve’in her müdahalesi giderek daha tutarsız hale gelir. Ağrı kesicilere ve alkole başvurduğu anlar, karakterin çaresizliğini açık eder. Bir yandan otoritesini korumaya çalışır, diğer yandan bu çocukların gerçekten “kurtarılabileceğine” dair inancını kaybetmek üzeredir.
Yaşananların yirmi dört saat gibi kısa bir zamanda olması, olayların peş peşe gelmesini de doğurur. Yönetmen, bu peş peşe gelen olayları biraz olsun birbirinden ayırmak için filmi epizotlara ayırmıştır. Her birkaç saatte bir siyah ekranda beliren saat, filmi teknik olarak değilse de zamanın akışını hissedebileceğimiz bir şekilde bölmüştür.
Nefes Kesen Tuhaf Final
Tüm film boyunca devam eden kaos, finalde yerini daha çok tuhaflığa bırakıyor. Filmin son bölümü, sabahın erken saatlerinde başlayan ve gün boyunca yavaş yavaş bir felakete doğru ilerleyen anlatının yoğunlaştığı, duygusal ve biçimsel olarak en ağır kısımdır. Yönetmen Tim Mielants, -hem karakter düzeyinde hem de mekânsal olarak- bu finali neredeyse bir çöküş ritüeli gibi kurar. O noktaya kadar filmde dağınık biçimde verilen tükenmişlik, kurumların çürüyen doğası, sorumluluğun ağırlığı ve genç bir insanın sessiz intiharı gibi temalar, bu son otuz dakikada iç içe geçer.
Önce günün bitimine birkaç saat kala okulun atmosferi değişir. Öğrenciler arasında çıkan küçük bir kavga, öğretmenler arasında yaşanan sert bir tartışmaya dönüşür. Duvarların içinde bir huzursuzluk vardır. Steve, bu noktada hem bedensel hem zihinsel olarak tükenmiş hâldedir. Gün boyunca aldığı ağrı kesiciler, birkaç bardak viskiyle karışınca bilinci bulanıklaşmıştır. Gözleri kızarmış, yüzü ter içinde, gömleği buruşmuş hâldedir. Dışarıdan bakıldığında hâlâ otoriter bir figürdür ama aslında kontrolü çoktan kaybetmiştir.
Bu sırada Shy’ın dünyası iyice daralmıştır. Annesinin sabahki telefonu hâlâ kulaklarındadır. Annesi, oğlunu artık görmek istemediğini söylemiş, “Artık seni düşünmeyeceğim.” diyerek tüm kapıları kapatmıştır. Shy, bu konuşmadan sonra hiçbir öğretmenin gözlerinin içine bakmaz. Odasına kapanır, sonra sessizce okulun arka tarafına gider. Kamera onu uzun bir planla izler, kulaklıklarında ritmik bir elektronik müzik çalar ama bu kez sesi neredeyse boğuktur. Elindeki çantaya taşlar doldurur. Bu taşlar, hem literal hem de simgesel bir yük gibidir. Yönetmen, bu hazırlığı gösterirken hiçbir dramatik vurgu yapmaz; olayın ağırlığı sahnenin sessizliğinden doğar.
Shy, filmin en sonunda okulun yakınlarında bulunan gölete varmıştır. Gölete girip yürümeye başladığını görürüz. Su, dakikalar ilerledikçe Shy’ın diz kapaklarını, belini ve göğsünü geçer. Bu sahne, bana Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken kitabında okuduğum bir öyküyü hatırlattı. Sahneyi izlerken birebir aynısını daha önce bu kitapta okuduğumu hatırladım.
Öne Çıkan Teknik Dokunuşlar
Ben genel olarak Steve’i beğenmeyenlerdenim. Konusu ve konusunu anlatma biçimi bana biraz kısır geldi. Ancak Steve’in öne çıkan yanı, daha çok teknik tarafı diyebilirim. Burada da bazı yanlış giden şeyler olmadığını söyleyemem, ama yine de yönetmenin denediği şeyler önemli.
Steve, her şeyden önce görüntü yönetimi açısından oldukça farklı şeyler deneyen bir film. Görüntü yönetmeni Robrecht Heyvaert, kamerasını her şekilde kullanmayı denemiş. Kamera zaman zaman sabit dursa da, aslında büyük oranda hareketli. Özellikle Steve’in yalnız kaldığı zamanlarda onun etrafında, hatta kendi etrafında bile dönen bir kamera var. Bu kamera kullanımının, seyircinin Steve’in zihinsel çöküşüne tanıklık etmesi için tercih edildiğini düşünüyorum. Tam bu sahnelerde giren müziğin de etkisi azımsanacak bir etmen değil.
Buna ek olarak, okul sahnelerinde yaşanan gerginlikler sırasında omuz üstü kullanılan kamera hareketi, şüphesiz karakterlerle bir özdeşleşme yaşamamızı istiyor. Sahnede izlediğimiz kavganın içinde biz de kendimizi buluyoruz ve bazen klostrofobi duygusunu yoğun bir şekilde hissediyoruz. Bu özdeşleşmenin aksine, yabancılaşma duygusunun olduğu sahneler de yok değil. Özellikle Shy’ın aynadan dehşetle kameraya baktığı sahnelerde karakter ile göz göze gelmek seyircinin irkilmesini sağlıyor.
Ayna kullanımı da bundan ibaret değil. Bu açıdan bunun üzerinde biraz durmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Film boyunca neredeyse her kritik sahnede Steve bir yüzeyde yansımasıyla karşılaşır: ofis camı, lavabo aynası, telefon ekranı, hatta okulun koridorundaki metal dolap kapakları. Bu yansımalar, genellikle doğrudan bir “özgörüş” anı değil; tam tersine bir bölünme, yabancılaşma hissi yaratır. Steve kendini yansımasında değil, o yansımanın dışına düşmüş bir şekilde görünür. Ayna, özneyle dünya arasındaki mesafeyi aşan bir araç haline gelir. Kamera, çoğu zaman bu yansımayı doğrudan filme alır; böylece seyirci Steve’i değil, Steve’in kendi imgesine bakışını izler. Bu teknik, karakterin içsel yabancılaşmasını görselleştirmenin en etkili yollarından biri olarak kullanılmıştır.
Steve’in bir diğer önemli teknik yanı ise kurgusu. Ritim yavaş, bazen durma noktasına kadar çekilmiş gibidir. Bu bilinçli bir tercihtir. Mielants, olayları dramatik zirvelerle değil, sessizliklerin arasındaki gerilimle kurar. Kesme sayısı azdır, planlar uzun tutulur. Bu da Steve’in dünyasındaki durağanlık ve çıkışsızlığı hissettirir. Kurgu çizgisel bir yapı izlese de, zaman zaman içsel kopuşları göstermek için ritmik kırılmalar yapılır. Örneğin bir sahnede Steve’in bakışına odaklanan uzun bir plan, aniden ve hiçbir dramatik bağ olmadan başka bir sessiz mekâna geçer. Bu geçişler rüya veya anı gibi çalışır, bilinç akışı etkisi yaratır. Tüm bunlar seyircinin sabrını zorlayan teknik unsurlardır ve filmin zaten kısır olan hikayesini biraz daha zor izlenir kılar.
Sonuç olarak, Steve 100 dakikanın altındaki süresine rağmen izlemesi pek de keyifli olmayan bir film. Bunun temel sebebi, konusu ve konusunu işleyişi. Seyir zevkini azaltan senaryoyu kamera kullanımı biraz gidermiş olsa da, bu çaba da yeterli olmuyor. Buna ek olarak bir de kurgu tercihleri eklenince, film iyiden iyiye izlemesi sabır işine dönen bir yapım haline geliyor. Ancak yine de yönetmenin farklı tonlarda hikaye anlatabildiğini görmemiz açısından oldukça önemli bir film olduğunu söyleyebilirim.
Can Ahmet Çelik‘ın diğer yazılarına bakmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
Yorumlar