Oliver Hermanus imzalı The History of Sound, bu yıl Cannes Film Festivali’nin ana yarışma seçkisindeydi. Film, Kurosawa klasiği Ikiru‘yu yeniden uyarladığı Living‘ten üç yıl sonra yönetmenin sinemaya geri dönüşünü müjdeliyor. Nitekim, The History of Sound‘ta özellikle Doğu sinemasında bir hayli ekolleşen gözlemci sinema ve rutinsel anlatı dinamiklerinin kullanıldığını görüyoruz. İki akademisyenin I. Dünya Savaşı sonrası kasabalarda ve köylerde halk müziklerini kayda almak için çıktığı yolculuk, kaybolan zamanlara ve yitirdiğimiz insanlara dair duygusal bir ağıt. Başrollerdeki Paul Mescal ve Josh O’Connor, kültürel hafızayı anlamaya çalışırken birbirlerine daha çok kenetlenen Lionel ve David’i canlandırıyor.
Folk Müziğinin Esansı
Hermanus‘un özellikle dış ses kullanımı ve yumuşak kurgu tercihleri ile dikkat çeken yönetmenliği, filmin ilk yarısında büyülüyor. Terk edilmiş araziler, yas içindeki insanlar, mırıldanan şarkılar, umudunu kaybetmiş halklar… Yönetmenin yaşayan bir coğrafya ve içindeki olaysız yaşamlara sahip insanları anlatırken yer verdiği her bir unsur, anlatının tematik açıdan derinleşmesine olanak sağlıyor.
Örneğin, Lionel ve David’in tanıştıkları bar sahnesi ve Lionel’in aile hayatına odaklanan sekanslar, her açıdan çoraklaşmış yaşam döngüleri içinde filizlenen ufak mutlulukları incelikle yakalıyor. Hermanus‘un Amerikan Bağımsız Sineması’ndan ödünç aldığı lirik anlatım, dramatizasyonun ucunu kaçırmadan gözlemci bir tavırla o dönemin adeta fotoğrafını çekiyor. Özellikle karakterlerin Amerikan taşrasını seyre çıktığı ve kasaba kasaba gezip hikayeler dinlediği kısımların pastoral anlatımı sahiden etkileyici.
Hermanus, bu açıdan folk kültürünü simgeleştiren ağıt, balad ve türkü gibi her türden mirası anlatıya dahil ediyor. Filmin müziğe bakışı ve sesin görünmez yolculuğu hakkındaki fikirleri, çoğu zaman matematiksel bir duygu yaratmaktan uzak ve fazlasıyla sahici. Bu dönemde ölüm hayat kadar sıradanlaşmış, kaybedilen insanların yası ise yalnızca uzun mısralara ve ince vokallere sığıyor. Görüyoruz ki insanlar yılmış, mücadele etmekten yorulmuş ve karanlık bir odada mırıldanmaktan başka bir direniş yöntemleri kalmamış. Hermanus, savaş sonrası Amerika’yı ve taşıdığı her türden trajediyi bu şarkıların içine saklayabiliyor. The History of Sound, folk kültürünün esanslarını incelerken müziği dolaysız bir araç olarak kullanıyor ve neredeyse her sahneye bir ruh katmasına izin veriyor.
Uçucu Aşklar ve Kaybolan Kimlikler
Hikaye, Lionel ve David’in akıbeti belirsiz ilişkisine odaklanarak tarihin tozlu sayfalarına gömülen sayısız insana dair incelikli bir izolasyon öyküsü sunuyor. Zira karakterler, ormanların polis kaynadığı ve ötekileşmenin normalleştiği bu dönemde gerçek kimliklerini ancak gizleyerek yaşayabiliyor. Birbirlerine olan aşklarını yalnızca apartman dairelerinde ve ormanın bir köşesindeki çadırlarda gösterebiliyorlar. Hermanus‘un cinselliğe bakışı; aniden ortaya çıkan, çabucak kaybolan ve diğer anlarda söz edilmeyen bir saklanma halinden oluşuyor. Karakterler arasında geçici olduklarına inandıkları beyhude bir çekim var gibi, ama bunu yeterince ciddiye almamak veya kaybetmemek için ne ondan bahsediyor ne de ilişkilerini sergiliyorlar.
David’in yürürken Lionel’in yastığından tek tek dökülen tüyleri usulca toplaması ve akşam fark ettirmeden yastığa geri koyması, bu açıdan inanılmaz bir metafor. Karakterlerin tüm duyarlılıkları ve zarafetine rağmen sıklıkla yüzleştikleri dünya gerçekleri var ve aralarındaki sevgiyi kaybetmemek için istemsizce bir duvar örüyorlar. Hermanus, sesin tarihini incelerken aynı ses gibi hissettikçe şevklendiğiniz, fark etmedikçe kaçırdığınız bir aşk temsili sunuyor. Böyle bir perspektiften düşününce Lionel ve David arasındaki aşk, bir bukalemun gibi her ortama göre şekil alan ve anlaşılmaması için çaba sarf edilen trajik bir uçuculuğa sahip.
Film, sesi belgelerken her insan topluluğuna ve onların demografik ihtiyaçlarına göre hareket eden karakterleri bir kimlik sorunuyla karşı karşıya getiriyor. Lionel’in yolculuk esnasında ve aile hayatında gösterdiği adeta iki farklı kişiliği var. Birinde yaşamını emanet edercesine güvendiği sevgilisinden cesaret alırken diğerinde ise ketum bir adam gibi çiftliğe ve biricik annesine kendini adıyor. Aradaki keşisim ise boğazın titrediği, loş ışığın tavana vurduğu, kalplerin pır pır ettiği o şarkı söyleme anlarında yaşanıyor.
The History of Sound, çoktan yitirilen yaşamlar kadar asla gün yüzüne çıkmamış öykülerin de bir belgesini sunuyor. Ancak Malick esintili bu pastoral yolculuk; taşradan çıkıp İtalya, İngiltere ve tekrar Amerika’ya uzanan farklı bir rotaya evriliyor. Lionel’in David’den ayrıldıktan sonra başka sevgililer ve mesleklerle dolu farklı yaşam stilleri geliştirdiğini görüyoruz. Filmin asıl sorunu da burada ortaya çıkıyor. Sezgisel geçmişe ve onu yakalama çabamıza dair yumuşak bir anlatı sunan Hermanus, çok daha kalın bir dramatik akışa sahip ve nasılsa bir türlü aradığı damarı bulamayan bir öyküye meylediyor.
Yolunu Kaybetmiş Bir Anlatıcı
The History of Sound, çok fazla soruya ve bir o kadar muğlak cevaba sahip bir film. İlk yarı, bu kalabalığı sade bir anlatı ile takip ediyorken ikinci yarı ise çok daha ezbere cevaplarla çıkageliyor. Her şeyden önce Lionel’in yolculuğunu takip ederken neye odaklanmamız gerektiğini şaşırıyoruz. Senaryo, karakteri nasıl göreceğini ve hangi perspektifte anlatacağını bilmiyor.
Zira, Lionel aynı anda birçok karakterin temsilcisi: kendi hayalleri peşinde koşarken zamanın akışına yetişememiş bir adam, büyük bir özgürleşme yaşadıktan sonra yersiz yurtsuz hale gelmiş bir kuir, geçmişe ve huzurlu zamanlara dair özlem duyan yas dolu bir sevgili… Farklı karakterler ve coğrafyalar arasında gezinen ikinci yarı, bu kimliklerden hangisini anlatacağını bilmeden öylece savuruluyor. Belki Hermanus‘un amacı, aynı sesin kendisi gibi yolunu kaybetmiş ve fark edilmeye ihtiyaç duyan birinin sonsuz yolculuğunu anlatmaktı. Ancak yönetmenin kendisi bile senaryonun bu kaybolmuşluğuna özgüven ile yaklaşamıyor.
Nitekim Hermanus, yoğun bir biçimde Brokeback Mountain‘a öykünen daha kalın ve ilk yarı ile uyumsuz bir anlatıya yöneliyor. Bu tercih birçok açıdan işlemiyor. Her şeyden önce bu; Ang Lee‘nin filmindeki gibi izolasyonu, sahte hayatları, barışılamayan maskülenliği, kendilerine yabancılaşan bireyleri dar bir karakter yelpazesi ile anlatan drama odaklı bir hikaye değil. Hermanus, çok daha panoramik bir anlatıya imza atarak Lionel ile David’in yolculuğunu bir mikrokozmos olarak kullanıyor. Dolayısıyla, karakterler arasındaki görünür sorunlara eğildiği ve seyirciden gözyaşı talep ettiği ikinci yarıda yolunu bir hayli şaşırıyor.
Aslında bu oldukça manidar bir başarısızlık örneği; çünkü aynı Lionel gibi Hermanus da kendi amaçlarına karar veremeyen ve günün sonunda oradan oraya savrulan bir gezgin. Yönetmen, esinlendiği daha dramatik anlatıları organik bir şekilde senaryoya yedirebilse çok daha kendinden emin bir hikaye izleyebilirdik. Ancak bu haliyle The History of Sound, orijinalliğini çabucak kaybeden ve ucuz drama hamleleriyle seyircisini köşeye sıkıştırmayı hedefleyen bir hırstan mustarip. Hermanus‘un saptığı yön öyle anlamsız ki, film bittiğinde hıçkırık sesleri daha iyi yankılansın diye credit yazılarını bir süre başlatmayıp o karanlığı bile kendi lehine kullanmaya çalışıyor.
The History of Sound‘un incelikli ve sezgisel anlatısını sürdürmeye devam etmesini gerçekten isterdim. Yönetmenin bir hikaye anlatıcısı olarak yolunu kaybetmesini gerçek bir ozan gibi kabullenmesinden şikayetçi olmazdım. Mesela, Kiarostami‘nin Taste of Cherry‘nin sonunda kendi set ekibini göstermesinin anlamı benim için hep bu olmuştur: Yönetmen, karakterini kaybolmuşluğundan kurtarmak için -hayatı tanıdığı ölçüde- elinden geleni yapmıştır ve ona göre bu sonu tayin etmek anlatıcıya düşmez. En iyisi beklemektir, seyirci ve karakter ile beraber beklemek… Başarısız olma ihtimalini bile bir madalya gibi taşıyabilen bir anlatıcı bence böyle olmalıdır. Gördüğüm kadarıyla Hermanus, maalesef böyle bir cesarete sahip değil.
Tunahan İbiş’in diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.
Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.
The Disappearance of Josef Mengele: Bitimsiz Öfkenin Soykırımı
Yorumlar