0

Stephen King’in Richard Bachman mahlasıyla yazdığı The Long Walk, neredeyse yarım yüzyıldır “çekilmesi imkânsız” denilen uyarlamalardan biriydi. Bir grup gencin durmadan yürümek zorunda kaldığı, duranın vurulduğu bu basit ama dehşet verici fikir, yıllarca Hollywood’un elinde dolaştı; Romero’dan Darabont’a kadar pek çok isim denedi, ama kimse sonuna kadar gidemedi. Nihayet The Hunger Games serisinin yönetmeni Francis Lawrence, bu ölüm yürüyüşünü beyaz perdeye taşımayı başardı. Hem de kendi sinemasının en sade, en çıplak hâliyle. Bu kez ne gösterişli arenalar ne de parıltılı distopyalar var. Sadece tozlu bir yol, tükenen birkaç genç adam ve Amerika’nın vicdanında duyulan bir marş: “America the Beautiful”. Lawrence’ın The Long Walk’ı, bir ulusun adım adım kendi sonuna yürüyüşünün hikayesi.

The Long Walk Film İncelemesi Arakat Mag 2025 Stephen King Francis Lawrence Cooper Hoffman David Johnson Garrett Wareing

Ölümle Ölçülen Bir Dayanıklılık

Francis Lawrence, Stephen King’in 1979 tarihli The Long Walk romanını nihayet sinemaya taşıyor. Ancak bu, sıradan bir distopya uyarlaması değil. Film, iç savaşla paramparça olmuş faşist bir Amerika’nın yıllık ritüelini konu alıyor. Kurallar basit, hatta acımasız derecede basit. Genç erkekler, saatte üç milin altına düşmeden yürümek zorunda. Üç uyarıdan sonra, izleyicilerin alkışları arasında kurşuna diziliyorlar. Son kalan yürüyücü, para ödülünün yanı sıra bir dilek hakkı kazanıyor.

Bu basit kural seti, aslında toplumun çürümüş ruhunun bir aynası gibi. King’in romanında olduğu gibi filmde de yürüyüş, bir eğlenceden ziyade ulusal bir ayin; bir tür devlet onaylı arınma töreni. “Amerika’yı yeniden büyük yapma” sloganıyla süslenmiş bu evrende dayanıklılık bir erdem değil, mecburiyet halini alıyor. Ölüm neredeyse sıradanlaşmış, olağan bir seyirlik hâline geliyor.

Francis Lawrence, bu ölüm maratonunu The Hunger Games serisinden tanıdığımız sert estetiğiyle yeniden biçimlendiriyor. Ancak burada gösterişten, devasa arenalardan, süslenmiş propagandalardan eser yok. Kamera yalnızca çocukların yorgun, kanlı ayaklarına ve uzayıp giden boş yola bakıyor. Dış dünya, kasıtlı olarak görünmez kılınmış. Bu tercih, filmi klostrofobik bir yolculuğa dönüştürüyor. İzleyici, karakterlerle birlikte adım adım çürümenin içinde ilerliyor. Böylesi bir sadeleştirme, Lawrence’ın filmine meditatif bir nitelik kazandırıyor. Yürüyüş, oyundan ziyade varoluşun kendisine dönüşüyor. Yürüyüşte atılan her adım, “Neden devam ediyoruz?” sorusunun akla tekrar tekrar gelmesi gibi.

Ve elbette, tüm bunların arkasında Mark Hamill’in canlandırdığı The Major var. Karizmatik ama duygusuz bir cellat. Aynalı gözlükleriyle yürüyüşçüleri izlerken, sanki sistemin bizzat suretine dönüşüyor. Hamill’in soğukkanlı karakteri, onun içinde yer alan “insanlığını” silerken, onun bir ulusal mit figürüne dönüşmesini de sağlıyor. The Long Walk, böylece ölüm oyunu oluğu kadar, aynı zamanda ulusal çöküşün alegorisi hâline geliyor.

The Long Walk Film İncelemesi Arakat Mag 2025 Stephen King Francis Lawrence Cooper Hoffman David Johnson Garrett Wareing

Dostluk, Umut ve Çaresizliğin İçinde Yürüyenlerin Hikâyesi

Film, temelde iki karakterin etrafında dönüyor: Raymond Garraty (Cooper Hoffman) ve Pete McVries (David Jonsson). Garraty, intikam hırsıyla yürüyüşe katılmış bir genç; McVries ise daha idealist, sistemi içeriden değiştirebileceğine inanan bir figür. Aralarındaki bağ, filmin duygusal merkezini oluşturuyor. Bu dostluk, adım adım ilerleyen ölüm yarışında insan kalabilmenin son direnci gibi. Hoffman ve Jonsson’un kimyası, filmi ayakta tutan en güçlü unsur. İki oyuncu da hem fiziksel hem duygusal yorgunluğu doğal biçimde taşıyor. Yürüyüş, onlar için hedefe ulaşma çabasından ziyade kim olduklarını hatırlama savaşı haline geliyor.

Etraflarındaki diğer karakterler ise daha arketipik: kabadayı, zayıf halka, bilge şakacı, gizemli suskun. Bu çeşitlilik, geniş bir toplumsal yelpazeyi temsil ediyor gibi görünse de, filmin diyalog ağırlıklı yapısı bazı karakterleri yüzeysel bırakıyor. Özellikle JT Mollner’ın senaryosunda, Raymond ve Pete dışındaki figürler çoğu zaman birer sembole dönüşüyor. Yine de film, bu çeşitliliği dostluğun politik bir biçimi haline getirerek avantaja çeviriyor. Bir noktadan sonra “Son kalan kim olacak?” sorusunun yerini “Birlikte yürüyebilir miyiz?” şüphesi alıyor. Bu da The Long Walk’ı ölüm yarışından çıkarıp sınıf dayanışmasının bir alegorisine dönüştürüyor.

Yürüyüşçüler arasındaki dostluk, sistemin dayattığı bireysel başarı mitine bir karşı çıkış gibi. Ölmek üzere olan gençlerin birbirini taşımaya çalışması, hem fiziksel hem ahlaki bir başkaldırı. Raymond’ın McVries’e söylediği “Biz birbirimizin yüküyüz, ama bu kötü bir şey değil.” cümlesi, filmi adeta özetliyor. Bu bağlamda, The Long Walk, King’in Stand by Me’sini hatırlatıyor: ölümün gölgesinde büyüyen bir gençlik hikâyesi.

The Long Walk Film İncelemesi Arakat Mag 2025 Stephen King Francis Lawrence Cooper Hoffman David Johnson Garrett Wareing

Görsel Minimalizm

Francis Lawrence’ın yönetmenliği, gösterişsiz ama bilinçli bir sadeliğe dayanıyor. Jo Willems’in sinematografisi, Amerika’nın kalbinde uzayıp giden yollara bir “toz bulutu estetiği” kazandırıyor. Ne görkemli planlar ne de CGI bombardımanı var; kamera çoğu zaman karakterlerin önünde, omuz hizasında ilerliyor. Bu tercih, izleyiciyi yürüyüşün içine kilitliyor. Karanlık sahnelerde dahi ışığın azlığı, yorgunluğun ağırlığını hissettiriyor. Seyirci, sanki güneşin altında adım atan çocukların nefesini duyabiliyor. Bu görsel kıtlık, aslında tematik bir zenginlik yaratıyor: Faşizmin ışıltılı yüzü yok, yalnızca tozlu bir yoldan ibaret.

Filmde televizyon yayınlarına, dış dünyadaki tepkilere ya da sistemin propaganda diline yer verilmemesi cesur bir tercih. The Hunger Games’in aksine, burada hiçbir “seyir toplumu” sahnesi yok. Seyirci yalnızca bu ölüm yürüyüşünü izleyen değil, adeta yürüyen konumuna itilmiş. Bu kapalı anlatı, aynı zamanda büyük bir eleştiri içeriyor: Faşizmin gerçek gücü gösteriden değil, sıradanlıktan geliyor. Ölüm, burada televizyon programı gibi sunulmadığı için değil, sıradanlaştığı için ürkütücü.

Finalde duyulan “America the Beautiful” ise bu görsel minimalizmin tek ironik patlaması. Lawrence, o marşı bilinçli olarak kitsch bir tonda kullanıyor. Bayraklarla süslenmiş trajedinin ortasında, bir ulusun kendi çelişkisini dinliyoruz. Film, bu noktada tamamen susuyor ve izleyiciyi sessizlikle yüzleşmeye bırakıyor.

Film İncelemesi Arakat Mag 2025 Stephen King Francis Lawrence Cooper Hoffman David Johnson Garrett Wareing

Sürekli İlerleyen, Durmadan Ölen Anlatı

Cooper Hoffman’a gelirsek, babası Philip Seymour Hoffman’ın gölgesinden çıkmaya devam ettiğini söyleyebiliriz. Raymond Garraty rolünde harikalar yaratıyor. Sistemin tüm ağırlığını taşıyan o karakteri yüzünde görebiliyorsunuz. Özellikle final sahnelerinde gözlerindeki boşluk, bir ulusun tükenişini yansıtıyor. Son yılların yükselen bir diğer ismi olan David Jonsson ise filmdeki duygusal dengeyi kuran isim. McVries karakterine kattığı sıcaklık, filmi karanlıktan çıkaran nadir anlardan biri. Jonsson’un performansı, “aklını yitirmeden insan kalmanın” mümkün olup olmadığını sorgulatıyor.

Mark Hamill ise The Major olarak çokça rastladığımız, alışılagelmiş bir karakteri canlandırmasına rağmen dikkati üzerine çekmeyi başarıyor. Aynalı gözlüklerinin ardındaki soğukkanlılığı, onu bir devlet makinesinin sesi haline getiriyor. Hamill’in ses tonundaki tekdüzelik, film boyunca duyulan bir marş gibi. Kendisi, bireysel kötülükten çok kurumsal soğukluğu temsil ediyor. Yardımcı oyuncular olan Charlie Plummer, Garrett Wareing, Roman Griffin Davis ise kısa süreliğine sahne alsa da, hepsi faşist bir toplumun arketiplerini taşıyor: tehditkar, zayıf, umutlu, kaybolmuş. Her biri, sistemin başka bir yüzünü temsil ediyor.

Bu toplu oyunculuk yapısı, The Long Walk’ı neredeyse tiyatral düzleme taşıyor. Her karakter, kısa bir monolog gibi parlayıp sönüyor. Bu da filme romanvari yapı kazandırıyor: sürekli ilerleyen ama durmadan ölen bir anlatı. Tüme bakıldığında oyuncuların hepsi, filmi gerçek kılan yorgunluk hissini taşıyor. Yürüyüş bitmese de, karakterler tükeniyor ve biz, onların nefes alışlarını duyuyoruz.

Film İncelemesi Arakat Mag 2025 Stephen King Francis Lawrence Cooper Hoffman David Johnson Garrett Wareing

Kimin Kazanacağı Değil, Kimin İnsan Kalabileceği Önemli

The Long Walk, izleyiciye sabır testi uygulayan bir film. Başlangıçta hipnotik bir ritimle ilerlerken, sonlara doğru “Hadi bitsin artık!” duygusu doğuyor. Ancak bu filmin hatası değil; bilakis, anlatının bilinçli tercihi. Çünkü The Long Walk, izleyicinin sinirleriyle oynayarak ve onları tüketerek sistemin bıktırıcılığını hissettirmek istiyor. Her yeni ölüm, başka bir tekrar gibi geliyor ama o tekrarın içinde bir fark var: Umut biraz daha azalıyor, yol biraz daha uzuyor. Bu tekrarlama hissi, tam da totaliter sistemlerin ruhunu yansıtıyor: sonsuz, anlamsız, ama kaçınılmaz.

JT Mollner’ın senaryosu, romanın sertliğini korurken bazı açıklamaları bilinçli olarak eksik bırakıyor: “Yürüyüş neden var?”, “Neden sadece erkekler katılıyor?”, “Neden kimse karşı çıkmıyor?”… Bu soruların bir cevabı yok. Çünkü film, açıklama yapmaktan çok teşhir ediyor. Bu dünyanın akıl dışılığını anlamaya davet etmiyor, sadece hissettirmek istiyor. Belki de en korkunç yanı bu: The Long Walk’ın dünyası, kendi iç mantığıyla tamamen tutarlı. Bu da filmi distopya anlatısı kadar, tanıdık bir uyarı haline getiriyor.

The Long Walk, faşizmi resmen bir tempo ile anlatıyor. Her şey düzenli, her şey dakik, her şey kurallı… Ta ki insanlık tükenene kadar. Francis Lawrence, “ölüm oyunları” türüne geri dönmüş olabilir, ama burada gösterdiği olgunluk bambaşka. Lawrence, The Hunger Games’deki gösterişli devrimi kenara bırakıp burada kamerayı yalnızca yola, toza, terle karışan kana çevirerek sessiz bir itaatsizlik anlatısı kuruyor. The Long Walk, “Amerika’yı yeniden büyük yapan” bir rejimin, insanı adım adım nasıl tükettiğini gösteren soğukkanlı bir alegori; ve bu nedenle, kendi çağımıza tahammül edemeyen her seyirci için rahatsız edici ölçüde tanıdık. Ve belki de King’in yıllar önce sorduğu o soruyu tekrar sorgulamamız gerekiyor: “Yürümeye devam edecek misin, yoksa sonunda duracak mısın?”

Çünkü The Long Walk, distopya anlatısının altında günümüz dünyasının hız, verim, dayanıklılık takıntısının da bir aynası görevinde. Ekonomik sistemin, dijital rekabetin, sosyal onay mekanizmasının içinde hepimiz kendi yürüyüşümüzü sürdürüyoruz. Lawrence’ın filminde yol hiç bitmiyor, çünkü sistem de bitmiyor; biz durmadıkça o da devam ediyor. Ve belki de filmin asıl sorusu; “Kim kazanacak?” değil, “Kim hâlâ insan kalabilecek?” üzerine. The Long Walk, işte tam da bu yüzden, yaşadığımız çağ üzerinden de düşündürüyor.


Ferit Doğan‘ın diğer yazılarına ulaşmak için buraya tıklayınız.

Daha fazlası için bizi Youtube, X ve Instagram aracılığıyla takip edebilirsiniz.

A House of Dynamite: Özenli Bir Kıyamet Filmi

Frankenstein: Tanrıyı Oynamanın Bedeli

Ferit Doğan
Yüksek Lisans öğrencisi (Radyo, Televizyon ve Sinema). Film eleştirmeni. Senaryo yazarı. Yönetmen.

A House of Dynamite: Özenli Bir Kıyamet Filmi

önceki yazı

Keeper: Tutku ve Işığın İzinde

sonraki yazı

Yorumlar

Yorumlar kapatıldı.

Bunlar da ilginizi çekebilir